Muharrem Kaya, Oğuz Atay’ın Yapıtlarında Yaşamöyküsel Unsurlar, Adam Sanat, sayı: 183,Nisan 2001, s. 76-81.
OĞUZ ATAY’IN ESERLERİNDE BİYOGRAFİK UNSURLAR
Dr. Muharrem Kaya
Edebiyat herşeyden önce yazılı veya sözlü bir metne dayanır. Edebiyat biliminin diğer alanları olan edebiyat teorisi, edebiyat tarihi, karşılaştırmalı edebiyat, edebî inceleme vs. hep bu metinler üzerine kurulur. Fakat her edebî metnin de gerek anonim halk edebiyatı olsun gerekse yaratıcısı bilinen bir eser olsun bir yazarı vardır.
Bu edebî eserlerin yaratıcıları da ilgi çekici hayatları, siyasî görüşleri, kamu oyu oluşturmadaki rolleriyle eserlerinden daha ünlü olabilirler. Ya da eserin kazandığı ün onun yaratıcısına yönelik bir merakı da kamçılayabilir. Bu üne bağlı olarak yazar ve şairler, hayatları, görüşleri ve hatıralarıyla biyografik eserlerin konusu hâline gelirler.
Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi aslolan edebî metindir ve bu tür biyografik eserlerin önemi edebî incelemelere yardımcı olabilmelerindedir. Ayrıca bir yazarın yaratıcılığının kaynaklarını ve sanat üretme mekanızmasını çözmeye yarayan, yazarın kişiliği üzerine biyografik eserler olduğu gibi “sanat eserinin yaratılış psikolojisi”ni açıklamaya çalışan biyografik eserler de vardır.[1]
Bu çalışmada Oğuz Atay gibi ironiyi iyi kullanan bir yazarın eserlerindeki biyografik unsurlar üzerinde durulurken, Atay’ın manevî huzurunda bu ironiye hedef olmayı da göze alarak, onun eserlerinin dıştan incelenmesine girişilmiştir. Elbette ki bu dıştan inceleme, Oğuz Atay’ın eserlerini içten okuma yoluyla ele almış pek çok incelemeci ve eleştirmenin okumalarıyla birleştirilmelidir.
Oğuz Atay’ın eserleri, gerek romanda modern ve postmodern anlatım tekniklerini kullanması gerekse sosyal meselelere çözümler sunmasından öte, kendini bulmaya çalışan, kendini sorgulayan aydınları konu edinmesi ile dikkati çeker.
Aşağıdaki bölümlerde Atay’ın eserlerindeki biyografik unsurlara geçmeden önce hayatı hakkında kronolojik sıra ile ana hatlarıyla bilgi verilmiş ve eserlerden bunlara uygun unsurlar üzerinde durulmuştur. Oğuz Atay’ın hayatı ile eserleri arasındaki bağlantı üzerinde şimdiye kadar pek fazla duran olmamıştır.
Oğuz Atay, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde doğdu. Babası Cemil Atay, ağır ceza yargıcıdır. Ayrıca CHP milletvekiliği yapmıştır.[2] Yazar, Korkuyu Beklerken adlı kitabında yer alan “Babama Mektup” başlıklı hikâyesinde babasının kişiliğini anlatır, baba oğul ilişkisini değerlendirir. Babasının kişiliğinin temel özelliğini, yazar, şöyle belirtir: “1892’de doğdun. Ülkemizin ortalama ömür sınırını çok aştın. Duyduğuma göre İsveç ortalamasını filân bulmuşsun. Köyde, kasabada, taşrada yetiştin. Olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer aldın. ‘Fırka kâtib-i umûmîsi’nin ya da daha başka ‘ekâbir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münasebetsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklopedimin dışında yer alacağını hiç sanmıyorum. Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca inanın –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım.”[3] Buradaki anlatılanları dikkate alırsak Oğuz Atay’ın babası da bir tutunamayandır. Çünkü o, çevresindekilere göre daha duyarlı, namuslu ve sahicidir.
Atay, kişiliğindeki akıl ve duygu kutupluluğunun kaynaklarını Babama Mektup hikâyesinin yapısını oluşturduğu Günlük’te şöyle belirtir: “Beni daha iyi yetiştirseydin, meselâ ne bileyim yabancı ülkelere filân gönderseydin, daha esaslı olmasam da, kendimi ifadede ve eşya ile münasebetimi tayinde daha becerikli olurdum. Bununla birlikte bütün baskılarına rağmen ‘hürriyet mefhumu’nu ve bütün saf inanışlarını bildiğim halde ‘aklımı’ senden aldım. Duygularımın bir kısmını da senden aldığımı hiç olmazsa bugün biliyorum. Bazı duygularımı da, sen kızacaksın ama annemden tevarüs ettim.”[4]
Atay, 1939’da ailesiyle Ankara’ya geldi. 1951’de Ankara Maarif Koleji’ni bitirdi. Tutunamayanlar romanında yazarla benzerlik gösteren Selim Işık’ın çocukluğu da zor şartlarda geçmiştir: “Ben savaş yıllarının çocuğu olduğum için, ilk talihsizliğim beslenme şartlarının kötülüğüyle başlamıştır. Bütün savaş yılları kara ekmekle geçti benim için. Ekmekle birlikte her şey bozuldu. Bana henüz verilmeye başlanan terbiyem okula gitmeden bozuldu. Bütün çocuklar gibi kötülüğünü anlamını bilmeden küfür etmeyi öğrendim ve sebebini bilmeden dövüşmeye başladım. Sokak aralarında, biriktirdiğim gazoz kapaklarıyla lik oynamak ve jilet kapaklarının en iyisi olan giletteyi arkadaşlarımdan çalmak suretiyle kumara ve hırsızlığa alıştım. Babam beni mektebe götürdüğü zaman, çantamla birlikte artık uzun bir hayat tecrübesini de omzumda taşıyordum.”[5]
Yazarın biyografik romanı olan Bir Bilim Adamının Romanı’nda, örnek aydın tipi olarak gösterilen Mustafa İnan’ın hayatı da böyle zorluklar içinde geçmiştir. İnan’ın beslenmesine dikkat edilmesine rağmen, vücutça zayıf kalmıştır.
Oğuz Atay, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde İnşaat Fakültesi’nde okuyarak, 1957’de yüksek mühendis diploması aldı. 1960’ta ise İstanbul Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’nin İnşaat Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı; topografya ve yol inşaatı derslerini okuttu. 1975 yılında da doçent oldu. Oğuz Atay inşaat mühendisi olarak, İstanbul’daki eski Karaköy vapur iskelesinin ve Maslak Caddesi’nin yapımında çalıştı; Topografya adlı bir de uzmanlık kitabı vardır. Oğuz Atay gibi teknokrat olan Selim’in kullandığı dil, soyut kavramların teknik ifadelerle yabancılaştırma işlevi görür. Bunun en ilgi çekici örneklerinden biri yine Tutunamayanlar’dadır: “Hayatın Koordinatları deyiminden kısaca şunu anlıyoruz: bir insanın, belirli bir zamanda, belirli bir yerde ve belirli şartlar altında ne yapmış olduğunu bilirsek bu bilinenlerle, yani hareket ve zaman boyutlarının önceden tesbitiyle, bu verilere dayanarak yazılan ve sabit katsayıları, o insanın tayin edilmiş özellikleriyle belirlenen denklemlerin, zaman değişkenine göre çizilen eğrileri, bize o insanın ilerde ne gibi şartlar altında ne yapacağını gösterir.”[6]
Yazarın böyle bir dil kullanmasının sebepleri arasında, Berna Moran’ın deyimiyle küçük burjuva aydınları silkelemek için kültür değerlerine, ideolojisine hatta sanat anlayışına saldırmak vardır.[7] Böylelikle geleneksel anlatım tarzının dışına çıkar.
1961’de evlenen Oğuz Atay’ın bu evlilikten bir kızı oldu. Tutunamayanlar romanı ile 1970’te TRT roman ödülünü kazandı. Tıpkı Tutunamayanlar’daki Selim gibi ailesini terketti. İkinci kez evlendi. 1973’te ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar yayımlandı. Roman kahramanlarındaki iç hesaplaşmalar aslında yazarın yaratıcılık sancısı ve iç hesaplaşmalarıdır. Özellikle hayat, benlik ve Türk aydını üzerine düşünceleri bu hesaplaşmaların izlerini taşır. Selim ve Hikmet’ten sonra nihayet ideal aydın tipi olarak İstanbul Teknik Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını onaylayıcı, idealleştirici bir anlatım tarzı ile ele aldı, romanlaştırdı. Hikâyelerini topladığı Korkuyu Beklerken adlı kitabı ise 1975’te yayımlandı.
Atay, beyin tümöründen kurtulamayacağını anlayınca iyileşme umuduyla gittiği İngiltere’den döndü. Eserlerindeki hayata ve ölüme ironik bakışın temelinde de ölüme adım adım yaklaşmanın izi vardır.
Tiyatro oyunu Oyunlarla Yaşayanlar 1979-1980’de Devlet Tiyatrosu’nda oynanır ve 1985’te yayımlanır. İlk romanından sonra tutmaya başladığı Günlük ise 1987’de kitaplaştırılır.
13 Aralık 1977’de İstanbul’da ölen Oğuz Atay, eserlerinde de ölüm temini kullanması; romanlarındaki olayların mantıkî sonucunun ölüm olması sebebiyle bunalım edebiyatının bir temsilcisi gibi görülmüştür. Fakat ölüm, eserlerinde, düzende tutunamamanın en uç noktasıdır. Ölümü yaşarken çok yoğun hisseden Atay, bunu Tutunamayanlar’da metafizik düzeye taşır. “Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlıydı: herkesi de öyle sanıyordu. Bu içtenlik, düşünmeyi meslek edinenlerin içtenliğinden çok farklı bir duyguydu. Mesleği sevmek gibi değil, hayatı sevmek gibi bir duyguydu. Camus’nün ‘Ontolojik mesele yüzünden ölen kimseye rastlamadım’ sözünü okuyunca:’Biri bu yüzden ölmeli, intihar etmeli’ diye bağırmıştı.Ona kimsenin soyut düşünceler nedeniyle kendini öldürmediğini söyledim.”[8]
Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet de ölüme, nihilist görüşten uzak anlam yükler. Oğuz Atay’ın eserlerindeki şahıslar ölümle varlıklarını ebedîleştirmek isterler. “Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunmazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da, ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır.”[9]
Ölüm, intihar yazarın yücelttiği ya da önerdiği bir çözüm değildir. Hayat bir oyun olarak sunulduğu için ölüm bu oyunun bir sonucudur. Aslında kullanılan ölüm teması yaşama tutkusunu vurgular, ölümsüzleşme isteğini belirtir. Yazar, eserlerinde olumsuz tipler kullanmasına rağmen arkadaşı Cevat Çapan’ın belirttiğine göre kişiliğinde hayattan tat alan bir yan vardır, coşkuludur.[10]
Oğuz Atay, insana ve topluma bakışı ile varoluşçu yazarlarla aynı çizgidedir. Varoluşçu yazarlar çağımız insanının yalnızlığını, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle kalmazlar. Kişinin kendisini tanımasını, benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyarlar.[11]
Oğuz Atay’da bu varoluşçu bunalımın yanında zengin bir kültür birikimini de görürüz. Özellikle Türk aydını üzerine söyledikleri hayli ilgi çekicidir. Oğuz Atay’ın aydınları toplumun çarpık, iki yüzlü değer ölçülerine ters düşerler. Yoz dış dünya ile aydının erdemli iç dünyası arasındaki uçurum, aydını topluma yabancılaştırır. Selim, Hikmet, Coşkun, Turgut, Doğululuktan Batılılığa geçişteki aydınlardır. Benliğini bulmak yolunda uğraşırlar. Zira aydın ancak bundan sonra meselelerin çözümünde tutarlı olabilirler. Tutunamayanlar’daki şu bölüm bunun en iyi ifadesidir: “Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.”[12]
Cevat Çapan, Oğuz Atay’ın bu iç hesaplaşmayı Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar’da aksettirdiğini Bir Bilim Adamının Romanı ile ideal aydın imajını oluşturduğunu belirtir.[13]
Oğuz Atay, Mehmet Seyda ile yaptığı söyleşide Selim Işık’ın kendi arkadaşı olduğunu söyler:
“-Terli elleri ve yüksek ateşiyle bu Selim Işık aslında kimdir?
-Kitapta anlatılan ayrıntıların tümü doğru olmasa da, Selim Işık gerçekten intihar etmiş biri, benim iyi arkadaşlarımdan biriydi. Ölümü bana çok dokundu.”[14]
Tatjana Seyppel de kitabında bunu teyit eder ve bir anekdota yer verir: “Bir söyleşide Ömer Madra, “Ural’ın hatırasına” ithafının, Oğuz Atay’ın, Rumelihisarı’nın bir kulesinden kendini atan bir arkadaşayla ilgili olduğuna değinmişti; o da, -tıpkı Selim gibi- yaşamının sonlarına doğru evini hemen hemen hiç terketmeyen garip bir insanmış.”[15]
Oğuz Atay, Tutunamayanlar’daki Selim gibi bütün güzellikleri hayal gücünde bulur. Atay’ın muhayyilesi Selim gibi Eflatun’dan, Kant’a, Kierkegard’a, Dostoyevski’ye, Shakespeare’a, Gide’e kadar uzanır.[16] Bu bir yandan da kültür ikiliği oluşturmuştur. Meselâ İncil, Selim’in başucu kitabıdır. Geceleri yatmadan okur.
04.07.1995 tarihindeki görüşmemizde Cevat Çapan, Oğuz Atay’ın bir dönem Tevrat ve İncil’i okuduğunu, özellikle İncil üzerinde durduğunu söyledi. Bunun bir sebebi Hristiyanlığın estetik açıdan daha cazip unsurlar taşımasıdır. Diğer sebebi ise saf din ihtiyacının bir göstergesi olabilir.[17]
Selim, Hz. İsa’yı yapmacıksız insan, kötülüğe karşı direnmeyen ama kendi yolundan şaşmayan, toplumdaki kokuşmuşluğa ters düşüp idare tarafından ezilen aydın insan olarak bir tutunamayan miti kabul ederek sever.
“Ahd-i Atik çocukluğumda duyduğum dinî masalları daha başka türlü yazıyor. Ben Kitab’ı, daha önce de okumuştum. İsa-Mesih’i her zaman beğenirim: Küçük çocukların futbolcuları beğenmesi gibi. Adamımdır. Ortaokulu birlikte okusaydık, bana çok yararı dokunurdu o yıllarda.”[18]
Selim’e göre İsa’nın ikinci gelişi gereklidir. Çünkü insanlar ahlâkî değerlerden uzaklaşmışlardır. Madde tüm değerlere hâkimdir. His ve ruh zenginliği insanın böyle bir düzende yaşamasını engeller.
Oğuz Atay, 1970’te başladığı Günlük’e, Selim gibi yalnız kalıp dertleşmek için başlar. Selim gibi sonunun hayırlı olmayacağını hissetmiş gibidir. Umutsuzluk ve çaresizlik içindedir. İnsanların kendisini anlayamadıklarından yakınır.
Olumsuz tipler yazdığının farkındadır. Batılı bakış tarzından farklı yazmak gerektiğini düşünür.
Günlük’te Tehlikeli Oyunlar, Oyunlarla Yaşayanlar, Eylembilim adlı eserlerinin planları yer alır. Bunlardan yazarın eserlerini titizlikle kurduğunu anlarız. Yalnız hayatıyla bağlantı kurabilecek ipuçları vermez. Bu yüzden o eserlerin ne derce kendi hayatıyla bağlantılı ne derece muhayyilesinin ürünü olduğu anlaşılamaz.
Oğuz Atay, Halit Ziya’nın insana ve insanın ruh durumlarına eğilmesi ile kendisine benzediğini yazar. Ona göre Halit Ziya’nın şahısları da tutunamayandır. Ahmet Cemil büyük hayallerinin yanısıra küçük hesapların da etkisiyle sönüp gitmiştir.
Oğuz Atay, eserlerinde toplum-birey çatışması çerçevesinde ele aldığı Türk aydınını sorgularken ortaya örnek modeller de koymuştur. Yazarın iç çatışmalarının izlerini taşısalar da Atay’ın romanlarındaki aydınlar, Cumhuriyet aydınlarının çeşitliliğini gösterirler. Atay, Bir Bilim Adamının Romanı’ndaki Mustafa İnan ile Doğu-Batı kültür ikiliğinin üstesinden gelmiş, toleranslı, bilgili, dürüst aydına örnek sunmuştur. O geleceğin aydınıdır, umududur.
[1] René Wellek – Austin Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, çev. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1983, s. 94.
[2] Yıldız Ecevit, Oğuz Atay’da Aydın Olgusu, Ara Yay., İstanbul, 1989, sf. 1.
[3] Oğuz Atay, “Babama Mektup”, Korkuyu Beklerken, İletişim Yay., 6. bs., İstanbul, 1995, sf. 175.
[4] Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yay., 2. bs., İstanbul, 1990, sf. 88.
[5] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yay., 4. bs., İstanbul, 1989, sf. 57-58.
[7] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 2, İletişim Yay., İstanbul, 1990, sf. 197.
[8] Atay, Tutunamayanlar, sf. 324.
[9] Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yay., 5. bs., İstanbul, 1994, sf. 384.
[10] Cevat Çapan, “Akıl Ki En İncesi Duyuların”, Sanat Olayı, Sayı: 2, 1984, sf. 12.
[11] Jean Paul Sartre, Varoluţçuluk, çev. Asım Bezirci, Say Yay., İstanbul, 1989, sf. 11.
[12] Atay, Tutunamayanlar, sf. 76.
[13] Çapan, “Akıl Ki En İncesi Duyuların”, sf. 12.
[14] Mehmet Seyda, “Tutunamayanlar”, Yeni Dergi, Sayı: 92, sf. 248.
[15] Tatyana Seyppel, Oğuz Atay’ın Dünyası, çev. Tanıl Bora, İletişim Yay., İstanbul, 1989, sf. 31.
[16] Bu durum Oğuz Atay’ın tercihi olan Postmodern romanın, Metinlerarasılık özelliğinden de kaynaklanır.
[17] Abdullah Uçman, “Insanımızın Romanı: Tutunamayanlar”, Hareket, Sayı: 91, Temmuz 1973, sf. 61.
[18] Atay, Tutunamayanlar, sf. 601.
|