İmam Birgivi
İMAM BİRGİVÎ’NİN BİRGİ DEDE’YE DÖNÜŞÜMÜ
 
Muharrem Kaya
 
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Birgi’de düzenlediği Yaz Çalıştayı’na 2006’da katıldığımda efsanelerle ilgili bir kitap hazırladığım için yöredeki efsaneleri derlemiştim, en çok da İmam Birgivî Mehmet Efendi’yle (1523-1573) ilgili menkıbe ve efsaneler dikkatimi çekmişti. Yaz Çalıştayı’na 2007’de öğrencilerim Damla Destanoğlu, Selda Gökalp, Senim Hande Tanay ve Hande Kahraman’dan oluşan halk bilimi derleme grubuyla katıldığımda, yine İmam Birgivî, yörenin önemli bir inanç unsuru olarak karşımıza çıkmıştı. Özellikle kendi kabrinin de bulunduğu mezarlıktaki su dolu testi, küçük taşlardan yapılmış ev şekilleri, ziyaretçilerin çeşitli istekleri için dua etmeleri, burada ata kültünün canlı bir şekilde yaşandığını düşündürdü. Birgi’de düzenlenen bu eğitim gezilerine 10 yıldır katılan halen üniversitemizin Fotoğraf Atölyesi uzmanı olan Saliha Dıraman’ın, İmam Birgivî mezarlığında çektiği fotoğrafları gördüğümde, İmam Birgivî’nin yörede bir kült unsuru olduğunu anladım. İmam Birgivî’nin düşünceleriyle ilgili kitaplar, makaleler, tezler okuyunca, aslında bu gibi halk inanışlarına karşı bir tavrının da olduğunu gördüm. Fakat halk inançlarının eskiye dayanan gücünün, yerleşik hayata, yazılı kültüre dayanan İmam Birgivî’nin düşüncelerinin tersini yapmaya bizzat kendi kabrinde de devam ettiğini fark ettim.
Onun özellikle bid’at diye yorumladığı halk inanış ve uygulamalarını ana hatlarıyla toparlarsak, kendisiyle ilgili oluşan inanç, efsane yumağına ne kadar zıt düştüğünü de daha iyi anlarız.
1. Mezar, yatır, türbe ve benzeri yerlerde mum, çıra ve kandil gibi şeylerin yakılması, hatta bunun için vakıflar ve vasiyetnâmeler tanzîm edilmesi.
2. Ölünün dünyada iken nasıl iyi ve büyük bir insan olduğunu söyleyerek ağlayıp, dövünülmesi (sapıklık); mezara içinde yatan ölüden ta’zîmde bulunulması (şirk).
3. Mezar etrafında tavaf edilmesi, mezar yanında çadırlar kurarak bekleşilmesi, mezar üstüne çeşitli örtülerin serilmesi, gece ışıklandırmak, kireçle boyamak bile menedildiği hâlde kubbe veya binalar yapılması (sünnete muhalefet).
4. İslâm’a aykırı olduğu hâlde yatanı medheden kitâbeler yazılması, buraların mescidler yapılarak ibâdethâneye çevrilmesi (Rasûlüllâh’a isyân), hizmetçiler tutulması, buralara yapılan hizmetlerin camilerden bile üstün olduğuna inanılması; mezarlıkların bayram yerine çevrilmesi (câhiliye âdeti, dinde tahrifçilik).
5. Kadınların kabirleri ziyâret etmeleri ve bu ziyâretler esnâsında dine aykırı davranışlarda bulunmaları.
6. Cenâzenin mezara götürülmesi esnâsında cehrî zikir çekilmesi.
7. Mezarlıklarda özellikle de mezara dönük olarak namaz kılınması (putperestlik ve şirk).
8. Kurbanlar kesilmesi, şerîata aykırı olduğu hâlde, bazı câhillerin türbelere giderek kıtlık, kuraklık ve düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak için ölüden medet ummaları (şirk ve müşriklik fesâdı).
9. Adaklar adanması ve ölünün arkasından ziyâfetler verilmesi; yedinci ve kırkıncı gününde ölü için yemekler pişirilip dağıtılması.
10. Özellikle velî (veya halk tabiriyle evliyâ) diye bilinen kişilerin türbelerinde adaklar adanması, dualar edilmesi ve daha da vahim olmak üzere, tevhîd inancına aykırı olandan veya yatandan veya yatanlardan bu yollarla şefâatlar dilenmesi (Rubûbiyet hakkını istihfâf ve ‘Azamet-i İlâhiye’yi tenkîs, Âlemi idâresini sûizan ve dolayısıyla müşriklik).
11. Türbedâr ve mezar hizmetçilerinin türbede yatanların kerâmetlerini uydurarak anlatması ve bu yolla menfaat temini; bütün bu hareketlerle mezar sâhiplerini rahatsız etmek…[1]
Bütün bu inanış ve uygulamaları din dışı hatta Allah’a şirk koşmak olarak yorumlamasının sebebi ise İmam Birgivî’nin Selefiye dönemini örnek alması, tasfiyeci bir din anlayışına sahip olmasıdır. Onun devlet yönetimi, sosyal yapı, dinî kavramlar, uygulamalar üzerine düşüncelerinde dinin kaynaklarına dönüş, Kur’an-ı Kerim, hadisler ve sünnet, âdeta temel koyucu unsurlardır.
16. yüzyılda başlayan Osmanlı kurumlarındaki, toplumundaki çözülmenin, gerilemenin sebebini, İslâm’ın kökenini oluşturan Asr-ı Saadet dönemini örnek almamak olarak görür. Bu sebeple kaynağa, kökene dönmeyi ve o dönemi model almayı, bunun dışındaki uygulamaları, inanışları terk etmeyi ileri sürer.
Osmanlı medreselerinde yetişmiş ve müderrislik yapmış olan İmam Birgivî, bu eğitim sisteminin ana düşüncesini oluşturan Hanefî-Matüridî anlayışıyla kitaplar okuyup okutmuştur. Okuduğu ve kendi kitaplarında kaynak olarak gösterdiği akâid, kelam, tefsir, fıkıh kitapları genelde Hanefî mezhebinin görüşlerini yansıtan eserlerdir. Kendisi Ebû Hanife’ye bağlılığını da ısrarla belirtir. Çeşitli konuları değerlendirirken takındığı tavizsiz ve katı tutumda, kendi kişilik özellikleri yanında Hanefî fıkıhçılarının da etkisi büyüktür. Özellikle İbn-i Teymiyye’nin (ölümü 1328) düşünceleriyle ve tavırlarıyla benzerlikler göstermesi, onun âdeta İbn-i Teymiyye’nin görüşlerinin Osmanlı’daki uygulayıcısı gibi görülmesine sebep olmuştur. İbn-i Teymiyye de dinî inanç ve uygulamaların bid’atlerden arındırılması gerektiğini söyler; kabir ziyaretlerinin bir ibadet gibi yapılmasına, kabir taşının öpülmesine, kabrin başında namaz kılınmasına, kurban kesilmesine, ölüden yardım dilenmesine karşı çıkar.[2]
İmam Birgivî’ye göre, halkın inanışlarındaki dine uymayan unsurlar, halkın cahilliğinden kaynaklanan, dine sonradan eklenen bid’atlerdir. Konumuz itibariyle, mezarlara ve mezarda yapılması gereken doğru davranışlara karşı çıkmamakta fakat ölüden şifa beklenmesine, ölüye yardım için edilen duayı, ölüden yardım şekline çevrilmesine günah, dalâlet, sapıklık, şirk gözüyle bakmaktadır.[3] 
İmam Birgivî’nin bu kadar karşı olduğu inanış ve uygulamaların, dine rağmen devam etmesinin sebebi ise yüzyıllar, hatta binyıllar boyunca Türk milletinin gündelik hayatında, kültüründe yer etmiş olan eski inanış, gelenek, görenek ve töre unsurlarıdır. Birgivî hakkında oluşan inanç, efsane unsurlarına baktığımızda ata kültü başta olmak üzere, çeşitli inanış motiflerini görürüz.
Bu noktada öncelikle ata kültünü açıklamamız gerekir. Kült, bir nesnenin veya bir şahsın, insanlara yararı olduğuna inanılıyorsa bunun insanların üzerine çekilmesi, tersine zararı var ise onun uzaklaştırılması inanışının, bir nesneye ve şahsa bağlı olarak, kurban kesme, ziyaret etme, adak adama, dua etme gibi uygulamalarla kendini göstermesidir.[4] İmam Birgivî’yle ilgili efsaneler, inanışlar, mezar ziyaretleri ve orada yapılanlar kült olgusuyla bizi karşı karşıya bırakmaktadır.
Ata kültü, çok yaşayan, bilgili, yiğit, iyi savaşçılık veya iyi yöneticilik yapmış şahısların ruhlarının öldükten sonra da yaşadığı yerdeki yakınlarına yardım edeceği, kötülüklerden koruyacağı inanışına dayalıdır. Bu ataların sadece ruhları değil eşyaları da kutsal kabul edilir.
Avustralya, Yeni Gine, Orta Afrika, Kuzey ve Güney Amerika yerlileri arasında yapılan antropolojik çalışmalarda, ölen kişinin bedeni çürümesine rağmen, ruhunun hâlâ canlıymış gibi canlılarla birlikte yaşamaya devam ettiğine inanılan pek çok inanış ve uygulama unsurları tespit edilmiştir. Pek çok kabilede, ölen şahsın ruhunun yine evinde yaşadığına, ölüler arasında da bir sosyal ilişki bulunduğuna, bazı ruhların hortlak olarak insanlara hastalık taşıdığına, insanları korkuttuğuna, bazı ruhların ise kendisinden yardım istenen, yakarılan, tanrılaşmış bir ata haline geldiğine inanıldığı görülmüştür.[5] Afrikalı ilkellerle bizim kültürümüz bir midir şeklinde gelebilecek eleştirilere karşı, insanın farklı coğrafyalarda yaşamasına rağmen benzer düşünce kalıpları ürettiğini ve bunların sosyologlar, antropologlar ve psikanalistler tarafından belirlenip yorumlandığını da belirtelim.
Ata kültü, ölüler kültü ile karıştırılan bir inanış alanıdır. Herbert Spencer’ın bugün artık kabul edilmese de, tüm dinlerin ortak kökenini gördüğü atalara tapınma kültü, önemini hâlâ korumakta, izleri hâlâ görülmektedir. Fakat günümüzde ölülere tapma kültü ile ölüyü ataya dönüştürme iki ayrı kült olarak kabul edilmektedir. Soustelle, cenaze törenlerinin amaçlarından birinin, korku veren güçle donanmış yeni bir ata meydana getirmek olduğunu belirtmiştir. Westermack da ölülerin bir düşman gibi algılanmakla birlikte ölülerle atalar arasında bir bağ olduğu üzerinde durmuştur. Castagné de, Orta Asya’da eski zamanlardan beri, mezarların öneminin, atalara duyulan güçlü bir tapınma duygusundan kaynaklandığını iddia etmiştir. Atalara tapmanın bir koşulu olarak mezar başında yapılan kurban verme törenleri üzerinde Durkheim’e, Jean-Paul Roux da katılır. Ayrıca Roux, kurban töreni veya bayramın, mezarın dışında bir yerde, bir tasvirin önünde, bir tapınakta, bir evde, ruh’un geri döndüğü ülkede gerçekleştirilebileceğini de ekler. Roux, ölülere tapma ve atalara tapma kültüne, yeni ölülere ve eski ölülere tapma da denilebileceğini belirtir. Totemizmin kökenini de atalara tapma kültüne dayandıran Roux, kendisinden türediğine inanılan bitki, hayvan vs. ata unsurlarla ilgili inançlar üzerinde de etraflıca durur.[6]
Fakat Roux’dan çok daha önce bu konular üzerinde duran Durkheim, totemizmin atalar kültünden kaynaklandığını iddia eden Tylor ve Wilken’in görüşlerine karşı çıkmıştır. Durkheim, totemizmin atalar ibadetinin özel bir biçimi olduğu, ruh göçü inanışının bu iki sistem arasında köprü hizmeti gördüğü düşüncelerine de katılmaz. Tylor ve Wilken’in Java, Sumatra ve Malinezya’da çökmekte olan bir kurumu dikkate alarak, onun nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmalarını başarısızlık olarak değerlendiren Durkheim, totemizmin asıl, kuvvetli bir şekilde yaşayan Avustralya’da incelenmesi gerektiğini ileri sürer. Orada ne ölüler ibadeti ne de ruh göçü inanışı vardır.[7]
Roux, Orta Asya’da Moğollar ve Türkler arasında, ölülerin ruhlarının canlılarla birlikte yaşadığı şeklinde inanışların yaygın olduğunu belirtir. Hatta ölen bir şahsın akrabalarının kendi yurtlarına ölünün tahtadan yapılmış kaba bir tasvirini diktiklerini ve ona kutsal bir onur verdiklerini, her öğünde, bu heykele yiyecekler sunduklarını da ekler. 19. yüzyılın sonunda Tatarlar arasında yapılan derlemelerde, Ongon adı verilen bu heykellere, keçeden yapılmış bu tasvirlere, ataya tapınılır gibi tapınıldığı da kaydedilmiştir. Tabii ki bu putlara, avın iyi geçmesi, bol ganimet elde edilmesi için dua edildiği, bu putların dudaklarına yağ ve kan sürüldüğü de tespit edilmiştir. Onlar âdeta kendinden sonrakilere, yani yaşayanlara, et sunmak zorunda kalan atalardır. Ata ruhlarını temsil eden bu putlar, sanki yaşıyormuş gibi kabul edilmekte, onlarla konuşulmaktadır.[8]
Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya göçleri çerçevesinde tarihe baktığımızda, buna benzer inanışlara, Anadolu’da rastlanmasını doğal karşılamamız gerekir. Anadolu’da ölümle ilgili folklorik unsurların yer aldığı pek çok makale, kitap da yayınlanmıştır.[9]
M. Fuat Köprülü, Anadolu’ya gelen göçebe Türk boyları arasında, eski Türk inanışlarının özellikle Alevi, Bektaşi, Bâtıni gruplarda devam ettiğini yazar. Şaman, Kam, Baksı, Ozan geleneğinin bazı özelliklerinin Bâtıni inançlara sahip Baba’larda görüldüğünü belirtir.[10] Köprülü, Kam, Baksı adı verilen şahısların gösterdiği olağanüstülüklerle ilgili anlatıların da mutasavvıflara yüklendiğini iddia eder.[11]
Şamanların gösterdiği olağanüstülüklerle ilgili anlatılara baktığımız zaman, ateşte yanmamaktan, farklı hayvanların şekillerine girebildiğine, hastalık yapan ruhlarla savaşmaktan, ölmüş insanı, hayvanı dirilttiğine dair pek çok keramet özelliği gösteren unsurlarla karşılaşırız: 1. Ateşte yanmaz. 2. Balta yutar. 3. Kuşa, ayıya, kurda, kara kargaya, boğaya dönüşür. 4. Suyun üstünde yürür. 5. Cansız nesneyi canlandırır. 6. Öldükten sonra kendi kavmini korur. 7. Ölüp dirilir. 8. Ölmüş bir insanı, hayvanı diriltir. 9. Öteki âlemden toplum için gerekli bir yiyeceği, eşyayı, nesneyi (et, bıçak, tütün, işçi vs.) getirir. 10. Gökyüzüne çıkar. 11. Yeraltı dünyasına iner. 12. Hastalık yapan ruhlarla savaşır. 13. Başka Şamanlarla farklı donlara (şekillere) girerek savaşır. 14. İstediği şey verilmezse büyükbaş hayvanlara ölüm getirir. 15. Ağaç kabuğundan canlı balık yapar. 16. Hayvanlara, bitkilere hakimdir. 17. Hastalıkları iyileştirir. 18. Hastalığı, temas ederek insandan hayvana geçirir. 19. Kendi başını kesip bir direğe asar. 20. Evi ters çevirir. 21. Karşısındaki insanın geçmişini, geleceğini, aklından geçenleri bilir. 22. İnsan eti yer. 23. Elindeki aynanın gücüyle bütün hastalıklar emrine girer. 24. Ağaca bağlanan kendi kopuzu, yine onun sözleriyle ağacı kökünden söküp kendisine gelir. 25. Uçarak gider. 26. Şamanın ağaçtan kuşu suda boğulacak insanı sırtına alıp ölümden kurtarır. 27. Şamanın ruhuna bağışlanan at satılırsa, satan ölür. 28. Güçlü Şamanın üçüncü gözü olur. 29. Vücudunu birçok parçaya böler, tekrar birleştirir. 30. Kendisine içecek vermeyen şahsın evine yıldırım düşer. 30. Omuzlarında iki tane sedir ağacı çıkar. 31. Ateşin üzerinde çıplak ayakla yürür. 32. Soğukluk getiren gökteki yıldızı çıkıp parçalar. 33. Kayıp nesnelerin yerini bilir. 34. Şamanın evine izinsiz girmek isteyen yabancının saçını eşik iyesi keser. 35. Seli durdurur. 36. Aynı anda yedi yerde olur. 37. Soğuk onu etkilemez. 38. Nesneleri hareket ettirebilir. 39. Göbeğinden doğum yapar. 40. Şamanın doğurduğu varlık, turna balığına dönüşür. 41. Bereket getirir. 42. Gökteki ve yeraltındaki tanrılarla, kutsal ruhlarla görüşür. [12]
Benzer özellikler evliya menakıbnâmelerini inceleyen Ahmet Yaşar Ocak’ın çalışmasında da görülür. Âdeta Şamanların üstün nitelikleri evliyalara nakledilmiştir. 1. Doğum sırasında fevkalade haller. 2. Aynı anda değişik kılıklarda görünme. 3. Mekân aşma. 4. Öldükten sonra yeniden dirilmiş görünme. 5. Yemeden, içmeden, uyumadan uzun zaman durabilme. 6. Cinsî duygulardan ârî olma. 7. Öleceği zamanı ve yeri önceden bilme. 8. Ölüm sırasında fevkalade haller. 9. Cansız varlıkları hareket ettirme. 10. Maddelerin mahiyet ve niteliklerini değiştirme. 11. Yerden, taş ve kayadan su çıkarma. 12. Su üzerinde yürüme. 13. Cansız varlıkları konuşturma. 14. Hiç yoktan yiyecek ve içecek çıkarma. 15. Vahşi ve yabani hayvanları itaate alma. 16. Akıldan geçenleri bilme. 17. Gaipte cereyan eden olayları görme, gösterme. 18. Geçmişte olanları haber verme. 19. Gelecekte olacakları haber verme. 20. Allah’ı (insan suretinde) görme. 21. Hızır ile görüşme. 22. Ölüyü diriltme. 23. Hastalıkları iyileştirme. 24. Başkalarını ermişliğe kavuşturma. 25. Bereket getirme. 26. Az yiyecekle çok kişiyi doyurma. 27. Yakınlarını tehlike ve felaketlere karşı ikaz etme. 28. Tehlike ve felakete maruz kalanları kurtarma. 29. Tabiat kuvvetlerine hükmetme. 30. Hasımlarını muhtelif şekillerde cezalandırma. 31. Hayvan kalıbına girme. 32. Gölgesi yere düşmeme. 33. Göklerde uçma. 34. Ateşte yanmama. 35. Ölmeden önce göğe çekilme. 36. Maddelerin biçimini değiştirme. 37. Cinsiyet değiştirme. 38. Kurumuş odunu yeşil ulu ağaç hâline getirme. 39. Kısır veya yaşlı kadın ve erkeği çocuk sahibi yapma. 40. Mevsiminin dışında meyve veya çiçek oldurma. 41. Vücut arızalarını giderme. 42. Meyve ağacı olmayan ağaçlarda meyve oldurma. 43. Ejderha ile mücadele. 44. Ruhu bedenini terk edip tekrar dönme. 45. Başka bir veliye meydan okuyup onu alt etme. 46. Suyu yarıp karşıya geçme. 47. Kemiklerden diriltme. 48. Cansız varlıklara söz geçirme. 49. Hasımlarına korku verici kılık ve durumda görünme. 50. İnsan, hayvan veya bitkiyi taşa çevirme. 51. Hasımlarına felaket musallat etme. 52. Hayvanları konuşturma. 53. Asayı ejderha hâline getirme. [13]
İmam Birgivî’yle ilgili derlenen efsanelerde de onun evliya kerametleri gösterdiği belirtilmektedir. Makalenin sonunda metinlerini verdiğimiz, 1 ve 5 numaralı efsanelerde, Birgivî’nin paraya pula değil, insanın ruh güzelliğine önem verdiği, cesedinin altın gümüş tabuta değil de tahta tabuta girmesiyle vurgulanmaktadır. Efsanelerde, iki tabut arasında seçim ona bırakılmış ve Birgivî’nin cesedi sanki canlıymış gibi kalkıp tahta tabuta girmiştir. Aynı efsanede onun tabutunu taşıyan Fazlullah, Gazi Emir havalanıp onu Birgi’ye getirirler. Bu da yine Birgivî’nin bir kerameti olarak gözükür. Uçmak, hem Şamanların hem de evliyanın gösterdiği olağanüstülükler arasındadır.
Efsanenin sonunda onun mezarı başında otuz tane kurban kesildiğinin anlatılması ise, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar gelen ata ruhuna ibadet edilmesi inanışını düşündürmektedir. Tabii ki günümüzde ata ruhu için ibadet edildiği söylenemez ama bu inanışın uygulamasının bir gelenek halinde devam ettiği de belirtilmelidir.
2 numaralı efsanede, İmam Birgivî, hali vakti iyi olan biri öldüğünde, alt üst parası olarak para dağıtılması âdetinin, bir tür ölüm geleneğinin başlatıcısı olarak gösterilmektedir. Bunu da çok iyi bir amaçla yapmıştır: Fakir öğrencilerini okutabilmek için.
3 numaralı efsanede ise Birgivî medresesinin bulunduğu bahçeye camekânlı bir yer yapıldığı zaman onun ruhunun orayı yıktığı anlatılmıştır. Yine burada ata ruhu, canlı olarak düşünülmekte ve Birgivî’nin türbelerin yapılmasını yasaklamasına âdeta gönderme yapılmaktadır.
4 ve 5 numaralı efsanelerde, Küp Uçuranlar diye yörede anılan büyücülere karşı, İmam Birgivî, İslâm’ın savunucusu bir kahraman olarak gösterilmektedir. Bu büyücülerin gücü, İslâm dininin kitabı Kur’an-ı Kerim’in pis bir kuyuya sarkıtılmasından, Kur’an’a yapılan hakaretten gelmektedir. (Bu efsanenin daha pek çok varyantına rastladım. Bir iki kişi, o kuyunun bir lağım kuyusu olduğunu söyledi fakat ses kaydı alırken Kur’an’a duydukları saygı yüzünden bu hususu belirtmeden geçtiler.)
5 numaralı efsanede, İmam Birgivî’nin, karşısındaki padişahın aklından geçenleri bilebilen, uzun yolu çok kısa sürede alabilmiş, tayy-ı mekân gücüne sahip, devleti yönetenler gibi harama bulaşmamış bir şahsiyet olduğu, ölü bir şekilde tabutta yatmasına rağmen canlanıp su bulamadıkları için abdest alamamış, zor durumda olan öğrencilerine su çıkartabilecekleri yeri gösterdiği vurgulanır. Bütün bu insan üstü özellikleri, onun bir ata ruhu olabilmesi için belirtilen özel nitelikleridir.
Bu efsanenin sonunda onun mezarının Birgi’nin tam ortasında, orta noktada olduğu ısrarla vurgulanmıştır. Bu da bize mitolojide, dünyanın merkezi olduğu düşünülen kutsal mekânlarla ilgili, Mircea Eliade’nin deyişiyle merkez simgeciliğini[14] düşündürmektedir.
6 numaralı efsanede, diğer efsanelerde yer alan motifler yer almakta; bunlara ek olarak efsanenin başında, İmam Birgivî’nin kuş donuna girebildiği, onun ruhunun kuş şeklinde Mekke’ye gidip namaz kılıp dönebildiği gibi tamamen Şamanlara ve evliyaya has özellikleri üzerinde de durulmaktadır.
Birkaç kişi efsane anlatırken, Mehmed Efendi’nin neden Birgi’ye yerleştiği konusuna değinirken, burada dinî bilgisi az olan insanların bulunduğunu, onun, dinin elden gitmesini engellemek için gönderildiğini, büyücülere, muskacılara, üfürükçülere karşı âdeta savaştığını vurgulamadan geçmedi. Yörenin tarihini inceleyen A. Munis Armağan’ın Asya’dan Anadolu’ya Türkler’in Anı Defteri[15] ve Behiç Galip Yavuz’un Erken Tarihte Küçükmenderes Havzası’nda Küçükasya’da ve Önasya’da Ön-Türkler[16] ile Birgi, Coğrafyası, Halk Bilgisi, Tarihçesi, Tarihi Yerleri[17] adlı kitaplarını incelediğimizde, yörede göçer Türk topluluklarının bulunduğu ve dolayısıyla onların inançlarının, İmam Birgivî’nin Hanefî-Matüridî çerçevedeki İslâm yorumuyla değiştirilmeye çalışıldığı da ileri sürülebilir. Zira İmam Birgivî’nin özellikle makale konumuz olan mezar ziyaretleri konusundaki fikirleri bize bunu düşündürmektedir. Onun karşı olduğu inançlar, Türklerin Orta Asya’dan beri bildiği, uyguladığı inançlardır. Elbette ki İslâm’ın temel düşüncelerine ters olduğunu da belirtmemiz gerekir.
Onun kabrinin de yer aldığı Birgivî mezarlığına ziyaret için gelen insanların, dua ederken, kendileri, aile fertleriyle ilgili sıkıntıların giderilmesinde yardım istedikleri tespit edilmiştir. Hatta onun mezarını ziyaret edip çocuk isteyen bir ailenin, doğan çocuğuna Birgi adını verdikleri, 2007 yılındaki derleme grubumuzda yer alan Senim Hande Tanay[18] ve Hande Kahraman[19] adlı iki öğrencimiz tarafından da gözlemlenmiştir.
Saliha Dıraman’ın[20] çektiği 2 numaralı fotoğrafta ise İmam Birgivî’nin yanındaki kabire kulağını dayayıp ses duymaya çalışanlar görülmektedir. Öndeki kadın yüzünden arkadaki kişi çok net gözükmemektedir ama bizzat Saliha Dıraman’ın görüşerek aldığı bilgilere göre kadınlar, kabre kulaklarını dayayıp ses duyana kadar bekleşmektedirler. Ağlama sesi duyunca onlar da ağlamaya başlamışlardır.[21] Bunu ancak ata kültü ve mezarlığın âdeta dünya ile öte âlem arasında bir köprü işlevi üstlenmesiyle açıklayabiliriz. Bu olay 2006’da İmam Birgivî Mehmed Efendi’nin mezarının yakınındaki mezarda yaşanmıştır.
3 ve 4 numaralı fotoğraflarda ise yine aynı mezarlıkta biri eski biri yeni olmak üzere iki mezarın başında yer alan su dolu testiler görülmektedir. Bunu da yine orada yatan şahsın ruhunun, tıpkı canlıymış gibi suya ihtiyacı olduğu, suyun abdest almaya, içmeye yarayacağı şeklindeki inançlarla açıklayabiliriz.
5 ve 6 numaralı fotoğraflarda ise mezara çaput bağlamak âdetinin örnekleri yer almaktadır. Burada amaç âdeta dileklerini bir çaputa bağlayarak mezara iliştirmektir. Ayrıca o bez, insanın vücuduna temas ettiği için temas büyüsü de gerçekleştirilmekte, böylelikle orada yatan şahsın ruhuna bağlılık dile getirilmekte, onun ruhunun gücü o çaput aracılığıyla, onu bağlayan şahsa da aktarılmak istenmektedir. 6 numaralı fotoğrafta çocuk isteyenlerin o isteğini dile getiren beşik şeklindeki bez ve içinde çocuğu temsil eden bir taş da görülmektedir. Burada da yine taklit büyüsü gerçekleştirilmektedir. Dua edenler, orada yatan şahsın ruhundan çocuk olması için yardım talep etmektedirler. 7 numaralı fotoğrafta bu beşiklerden biri daha ayrıntılı görülmektedir. Aynı şekilde küçük taşlarla ev şekli yapanlar da, ev isteklerini, yine taklit büyüsü yaparak dile getirmiş olmaktadırlar.
8 numaralı fotoğrafta ise yine mezarlığın içinde yer alan üst üste konularak ev şekli oluşturulmaya çalışılmış taşlar görülmektedir. Ev sahibi olmak için dua edenler hem küçük çakıl taşlarıyla yerde ev şekli oluşturmakta hem de böyle üst üste taş dizerek de evin temsilini yapmaktadırlar. Bunlar da yine çok bilinen ve çok yaygın olarak görülen halk inanç ve uygulamalarından bir örnektir.
9 numaralı fotoğrafta ise orada yatan şahsın kimliğini belirtmek için baş tahtasına tülbent bağlanmış ve düğümlenmiştir. Bununla da daha evlenmeden, başını açmadan ölen bir genç kızın orada yattığı anlatılmak istenmiştir. Mezar taşının, yatan şahsın kimliğini yansıtma işlevini özellikle devlet görevlerinde bulunmuş şahısların fesli, sarıklı, külahlı, âdeta insan siluetini andıran mezar taşı geleneğinde de görebiliyoruz. Bu alanda özellikle tarihçilerin ve sanat tarihçilerinin pek çok çalışması bulunmaktadır.
Son fotoğrafta da yine Küçük Menderes Havzası’nda yer alan 2007’deki gezide Yakapınar’da tespit ettiğimiz bir mezar taşı görülmektedir. O fotoğrafta canlı insanları koruması için asılan muska, burada bir kadının mezar taşına da oyulmuştur. Yaşadığına inanılan o şahsın ruhunun, kötülüklerden korunması için yine muska şekli, mezar taşında yer almıştır.
Sonuç olarak şunları belirtebiliriz: İslâm dinine gönlüyle ve aklıyla bağlı olan İmam Birgivî, Osmanlı devletinde 16. yüzyılda başlayan çöküşün idarî, sosyal, dinî, hukukî yönlerini eleştirmiş kendince çözüm tekliflerinde bulunmuştur. Makale konumuz olması açısından, ata kültünü oluşturan unsurlardan biri olarak, mezar ziyaretlerindeki bazı uygulamaları da din dışılık, bid’at, şirk koşma, sapkınlık olarak değerlendirmiş, şiddetle eleştirmiştir. Her ne kadar bağlı olduğu Hanefî-Matüridî düşünce geleneği çerçevesinde bu düşüncelerini pek çok eserinde dile getirmişse de hem yaşadığı dönemde hem de günümüzde, halkı, bu inanç ve uygulamalardan uzaklaştıramamıştır. Bunun sebebi ise halkın yazılı kültüre geçememesi, sözlü kültürün, geleneğin hakim gücünün, eski inanışları bünyesinde barındırmış ve devam ettirmiş olmasıdır. Yukarıdaki tahlillerimizde de bunun eski Türk inanışlarıyla, mitolojiyle olan bağlantılarını vurgulamaya çalıştık. İmam Birgivî, kendisi hayattayken bu inançlara ne kadar karşı olursa olsun günümüzde kendisi de bu inançların etkisiyle Birgi Dede haline dönüşmüştür.
 
 
İMAM BİRGİVÎ EFSANELERİ
1.
İmam Birgivî Hazretleri[22]
Şimdi bu adam Balıkesir’in Kerkük (?) (Kepsut ?) ilçesinde 55 yaşında, veba hastalığından vefat ettiği zaman Türkiye’nin dört bir bucağından altından gümüşten tabut yaptırıyorlar. Bu adamın cenazesini İzmir’e getiriyola... O zamanın İzmir kumandanı adam diyo ki. Bu tabutları camiye doldurcez. Eskiden vesait yok. Bu diğerli adam kimin tabutuna girecek diyo.
Buradan Kara Davut, Fazlullah, Emir tahtadan tabut yapıp gidiyola... Altına gümüşe tamah etmiyo tahta tabutun içine giriyo... Eskiden vesait yok, sallan. Havalanıp Gazi Emir’e kadar getiriyola. Fazlullah diyo ki namazımız geçcek diyo Gazi Emir diyo. Havalanıp halen Gazi Emir’de araziyi suluyola, şehre bağlıyola suyu.
İşte adam bu. Dünya çapında en böyük adam bu. Bunun başında otuz dene goyun kesiliyo, zaman geliyo da. Okulla açıldığı zaman davam eder. Okullar kapandı mı azalır insan. Şimdi orda niyet koyuyo adam, bir şey düştüğü zaman bi kere fikrini goyuyo, kabul olduğu zaman bi gan akıtıyo, heç olmazsa tavuk kesiyo, kabul olduğu zaman.
Bu adam dünya çapında. Türkiye’nin her yanından gelenle va buraya. En böyük adam bu adam. Mehmet Efendi.
Şimdi orda, kâğıt va, böyle bak. Sen bilmem kim oğlu bilmem kim. Kaç parça et yatırdın. Beş parça, altı parça. Oraya imza ediyosun. Bürda yetmiş dene malül va. Yerde sürünüyo. Bunlar çavuş mukabili dağılıyo yani. Öyle Ahmet, Mehmet yok. Eskiden şey oluyodu, şindi emme yok. Eskiden idarî yapıyoladı. Sayın başkanımız böyle düzenleri yaptı yani. Beledi başkanı düzeltti her yanı.
 
2.
İmam Birgivî-Alt üst parası[23]
İmam Birgivî, normal bir hoca. Bu İstanbul’da hocaymış. Esas Balıkesir Kepsutlu. Sona buraya göndermişle. O zamanın padişahı mıdır nedir, neyse. Burada biraz din o zaman, pek şeymiş, öğretsin diye. Burada bir sürü talebeyi yetiştirmiş. Bazı şeyler bunun şeysinnen, örfi şeylerle. Orada yetiştirdiği talebelere yardımcı olsun deye. Bu muhite yalınız özel bu. Alt üst. Bir adam öldüğü zaman, hali vakti eyi olan, alt üst parası veriyo, para dağıtıyo. Yalnız bu yörede. Bu adam bu talebelere ait diyo bu paraya. Birgi’den başka bi yerde bu adet yoktur. Bi insan öldü mü, hali vakti eyiyse şu kadar verecen diyola, hocalar hesap ediyola, beş yüz milyon vereceksin diyola, beş yüz milyon veriyon. Hoca onu yeniden okuyo, üç dört hoca. Yirmişer milyon kendileri alıyo içinden, ondan sonra, al bunu dağıt diyola. Onu icat etmiş. Talebelere okutmak için. Alt üst parası deniyo. Başka yerde yok bu âdet.
 
3.
İmam Birgivî[24]
Bahçenin ağacın beline yılanla (?) gelmiş balta vuğmuş. Balta yeri va. Ondan sona ihtiyar birisi dedi bena, oraya camekânlı bişşey yapmışla. Almış atıvemiş. İhtiyarlar söyledi bana. Bahçeye kabul etmemiş yani. Haram deye heralda, kabul etmemiş.
 
4.
Çufa Hamamı, Küp Uçuranlar[25]
Küp uçuranları, dilden duyuyoz, öyle gördüğümüz bi şey yok. Şimdi o küpün yeri, kapının üstü. Orda gazan vamış. Sıcak su gazanı. O küp uçuranlar, gelenle olursa, gazanla devirirlemiş, içeri insan almazlamış. Öyle o zaman, küp uçurdukları zaman hiç insan almazlamış. Yaptıkları şey afedersin.
Şeyh Mehmet Efendi onlar ne edeyo deye onlara talebeliğe girmiş. Bunları bilmiyon mu? O zındıkların yanına talebeliğe girmiş. Bu küp nasıl uça? Anladın mı? Nihayet bunu bırakmışla orda. Küpü uçurmuşla, gidiyolamış. Yolda. Şeyh Mehmet Efendi’ye orda bırakmışla. Beriye elleşme demişle, gazanın kapaanı açma demişle. Tamam mı?
Onlar küple uçumuşla. Şeyh Mehmet Efendi, onlar bana neye öyle söyledile diye usulca kapağı açmış. Orda bi ip sallanıyomuş. O ip... Çekmiş çekmiş çekmiş. Küp uçuranla düşmüş. Yalnız ipi çektikleri zaman, ipin ucunda Kur’an-ı Kerim vamış. Ucunda, altında Kur’an vamış. Onlar sapır sapır dökülmüşle küp uçuranlar. Anladın mı?
Niye onu açtın diye hakaret yapmışla. Ondan sonra onu İzmir miydi, Ankara mıydı, o zamanın payitahtı nereydi bilmiyom, oraya şikâyet etmişle. Oradaki, şimdiki insanların, ziyarete gittikleri Şeyh Mehmet Efendi’yi şikâyete gitmişle. Onu azletmişle. O da Ankara’da. O zaman payitaht neresiyse, bilmiyoz tabii. Padişaha şikâyet etmişle. Neden şikâyet edildi diye anlamış padişah. Onun ulema bi şahıs olduğunu da anlamış padişah. Padişah nerde ise oraya almak istemişle. Orda talebe yetiştir demişle. Benim talebelerim va demiş. Okuduyom demiş. Ondan sonra tabii, bu. Gelmişler, görmüşle. İki dane süvari yollamışla. Payitahta götürmek için. Padişah devri o zaman. Payitaht neresiyse, burda medrese yapalım, burda okut demişler. Ben talebe yetiriyon, okuduyon demiş. Benim talebelerim var demiş. Nerde? İşte felan yerde. Birgi’de. Ondan görmüşler durumu. Ulu Cami’nin karşısında medrese vardır. O medreseyi yaptırmışla. Orda talebe okutmaya başlamış.
Küpü uçurdukları zaman içeri kimse almazlamış.
 
5.
İmam Birgivî[26]
İmam Birgivî hazretleri burada Küp Uçuranları engellemiş. Bunların sihirini bozmuş. Daha sonra buradaki sihir bozulunca da burdan padişaha sikâyet gidiyo. Padişahtan da iki tane asker geliyo buraya. İsi asker de, İmam Birgi hazretlerini İstanbul’a götürmeye çalışıyorlar. O da diyo ki, siz gidin ben daha sonra gelirim diyo. Israr ediyolar, onlarla gitmiyo. Askerler İstanbul’a varmadan önce, yani Allah tarafından çabucak İstanbul’a yetişiyor. İstanbul’a varıyor. Padişah da namaz kılıyormuş. Selamın aleyküm diyor. Selam veriyor. Padişah da namazını kılıyormuş. Selamın aleyküm diyor. Selam veriyor. Padişah da namazını bitiriyor diyor ki: Namaz kılana selam verilmez. Sen selam verdin diyo. O da diyo ki: Namaz kılmıyodun, namazda başka bişey düşünüyodun diyo. İşte yani böyle bir şeyi var hocam.
(Halil İbrahim Demir araya girdi ve şunları ekledi: Bahçede cariyelerle gezmek aklına gelmiş namaz kıldığı yerde. Şeyh Mehmet Efendi sen namaz gılmıyodun demiş. Sen cariyelerlen bahçede gezmeyi düşünüyodun demiş.)
O esnada padişah onun ermiş biri olduğunu anlıyor. Ona dokunmuyor, korkuyor. Daha sonra ona yemek ikram ediyor. Başta yemekleri yemiyor. Bir tane ekmek alıyor ve ekmeği sıkıyor. Ekmeği sıkınca da, ekmekten kanla irin akıyor. İşte senin ekmeklerin, haram kazançla olmuş.
Burdan, Birgi’den giderken beline şibit, pide yaptırmış. Onu belinden çıkarıyor, sıcakmış. Şibit bu yöreye ait bir ekmek. Onu belinden çıkarttığında sıcacık. Daha yeni sacdan çıkmış kadar sıcakmış. Daha sonra özgür bırakıyor onu. O da dönüşte İzmir’e uğruyor, tekrar Birgi’ye gelmek için. İzmir’de de ölüyor yani. Veba hastalığına yakalanıyor ve ölüyor. Fakat aslen kendisi Balıkesirli olduğu için, Birgililerle Balıkesirliler arasında bir şey, tartışma çıkıyor. Birgililer cenazesini biz götüreceğiz diyolar. Balıkesirliler de biz almak istiyoruz diyorlar. Bunlar aralarında bir karar veremiyorlar. Daha sonra da iki tane tabut koyuyorlar oraya. Biri Balıkesirlilerin tabutu, biri Birgililerin tabutu. Fakat Birgililerin tabutu o kada eskiymiş ki yan tahtası dahi yokmuş. Sabahleyin bakıyorlar, Birgililerin tabutunun içinde. Birgililer sırtlanıyorlar tabutu İzmir’den, bu tarafa doğru yola çıkıyorlar. Yolda giderken şu anda Gazi Emir dediğimiz yerde. Aslı Kaz Emir, telafuz edilecekken Gazi Emir. Burda cemaat yorulmuş, namaz kılacaklar, apdes alacak su yok. Namaz vakti geliyo ama apdes alacak su yok ve bu esnada da işte, bu imam hazretlerinin dikkatini çekiyo, başını uzatarak diyo ki: Kaz Emir! Kendi talebesine emir vermiş. Emir diye talebesine emir vermiş. Ordan kazdığı yerden de su çıkıyor. Herkes dinleniyor, apdesini alıp namazını kılıyor. Daha sonra Birgi’ye doğru yola çıkıyorlar. Ve burda defnediyorlar. Sağlığında da burada mezar yerini ayırtmışmış. Öğrencileriyle ders yapıyormuş. Burası Birgi’nin tam ortası, iki ucu arasında, tam da orta noktada.
(Halil İbrahim Demir yine söze girdi ve şunları ekledi: Bir de arkadaşı var bunun. Doktor. Doktorun mezar taşı, caminin karşısında. Mezarı orada. O dış devletteymiş, onu da getirttiriyo. Ölüyolar sonra. Onu da oraya gömdürmüş.)
Hocam, Küp Uçuranların büyüsünü bozması şöyle: İmam Birgivî hazretleri aslen Balıkesirli. Fakat Balıkesir’den İstanbul’a, ilmini daha geliştirmek için, tasavvufunu geliştirmek için oraya ders almaya gidiyor. Orada, Yavuz Sultan Selim’in hocasıyla tanışıyor. Yavuz Sultan Selim’in hocası da aslen Birgili. Büyük bir âlim o da. Birgili olduğu için tabii bu olaylardan rahatsız oluyor. O Birgi’de olanları anlatıyor. Seni buraya görevlendirsem diyor, bunları şey yapar mısın? Tabi diyor. Severek kabul ediyor. Buradaki olayları şey yapmak için. Burada kolay yoldan muska yazmalar, hani birisi hasta olmuş, bir hocaya gitmiş. Hocalıkla alakası yok ama ona muska yazarak, inançlarıyla oynayarak, büyücülük yaparak geçinmeye, kolay yoldan para kazanmaya başlamışlar. Tabi bu da bayağı bir rahatsız etmiş. Yavuz Sultan’ın hocası Birgili olduğu için dikkatini çekiyor. Kendi gelemiyor, İmam Birgivî hazretlerini görevlendiriyor. O da buraya geliyor. Geldiğinde de burada dört beş tane odalı bir yere veriyorlar. Fakat bir tanesinin anahtarını vermiyorlar. Hepsinin veriyorlar ama bir tanesinin vermiyorlar. Bu da dikkatini çekiyor. O odada ne var gibisinden. Bunlar yokken, gizlice bu odaya giriyor. Girdiğinde dehşete düşüyor. Kuran-ı Kerim bir çukurun içinde, iple asılmış. Öyle bir sihir yapmışlar işte. İmam bunu görüyor, hayretler içinde kalıyor. Onu çıkarıyor, temizliyor, öpüyor Kuran’ı Kerim’i. Onu çıkarıp öptüğünde sihir bozuluyor yani.
Biraz önce bahsettiğim gibi padişaha şikâyet gidiyor. Padişah iki tane asker gönderiyor buraya. İki asker İstanbul’a ulaşmadan önce İmam-ı Birgivî hazretleri çabuk bir şekilde, Allah tarafından İstanbul’a varıyor.
 
6.
İmam Birgivî[27]
(Kaynak kişi önce birkaç tane efsane anlattı.) Şimdi İmam Birgivî’ye gelelim mi? Bunlar yalnız birbirine bağlı. Efendim, yukarıyı gördünüz, Ulu Cami ile karşısında İmam Birgivî medresesi veyahut da Darü’l-hadis, esas adı, orijinal adı Darü’l-hadis. Ama Mehmet Efendi orada dersler verdiği için İmam Birgivî Medresesi olarak da bilinir. Halk öyle bilir. Darü’l-hadis’i bilmez.
Onun önü boşluktur, ortada bir tane kümbet türbe vardır, türbe de desen olur kümbet de. Çokgen plan pramidal çatılı yerler kümbettir, kubbe olursa türbedir. Ama çokgen plan olduğu için kümbet bozması, türbe bozması bir yer orası. Ve türünün ilk örneğidir, altıgen planda, Anadolu’da yapılmış ilk örnektir. Ondan sonra altıgen planlı türbe örneklerine Anadolu Selçuklu mimarisinde rastlanır. Bu konuda ilk başvuracağımız adres saygıdeğer eşinizdir. Sanat tarihçisi. Benden önde yani.
Ben kitabımda yazdım bunu.
Bir gün oğlu çıkmış, daha küçük oğlan, efendim, elinde de şey var, sapantaşı. Hani çatal sapan yapılır, lastik gerilir, gıcır taşı, mıcır taşı deriz ona filan. Ondan sonra, bir bakmış, o şeyin medresenin revakları vardır, sütunlar, efendim, o revakların arasında da demirler vardır, revak sütunları birbirine bağlayan demirler, orda bir güvercin duruyor, ağzı sulanır, sanki aç kerata. Ete aç. Efendim, kim bilir Mehmet Efendi, ona ne etler alıp yedirmişti. Artık birazcık da vurma merakı var ya, içgüdüsü… Efendim, hemen gıcırını çıkarır bir taş yerleştirir ve o güvercini vurur. Güvercin tüy döker. Biraz bağırır ve uçarak kaçar.
Çocuk bir süre orda oynadıktan sonra, elinden kaçırmış, sorun etmiyor yani güvercini, koşar içeriye girer. Büyük oda vardır, sağ tarafta, oraya girdiğinde babasını solgun bir vaziyette otururken görür.
Yalnız bu mistik bir efsane, ondan sonra, baba n’oldu, geçmiş olsun bir şey mi var dediğinde, şöyle omzunu bir açar ki, zaten kanadından vurmuştur çocuk onu, açar ki, efendim, omzunda bir yara, taş yarası. Yani onu vurmuş.
Ben, der, deminki güvercindim. Bugün Cuma. Efendim, Hicaz’a gittim, Kâbe’de Cuma namazını edâ ettim ve uçarak geriye gelmiştim, yorgun, tam konmuştum ki sen beni vurdun der.
Yani bir efsane, bu bir mucize ifade eder. Ama güvercin değil kartal da olsa, birkaç saat Mekke’ye gidip orda namaz kılıp gelmek, tamamen irade dışı bir meseledir.
İmam Birgivî’yle ilgili, onu ermiş gösteren… Benim için çok iyi çok değerli, efendim, güzel ahlaki kuralları koymuş, hatta İslamiyet’te ruhban sınıfının olmadığı, imamların ve müezzinlerin boşu boşuna beslendiğine dair, şeyh, şıh, hacı, hoca, derviş, baba takımlarının da İslamiyet’te olmadığı, İslamiyet’in bir bütün din olduğunu ortaya koyan, bunu ispat eden önemli ve değerli bir din bilginidir. Bu yönüyle İmam Birgivî’ye saygı duyuyorum.
Ama onu ermiş bir şeyh gibi, dede gibi, Birgi Dede gibi göstermeye karşıyım. Ama bu benim elimde değil. Halkın önüne geçip bunu engelleyemem. Yani bu gücüm yok. Ben bireysel olarak anlatırım sorana doğruyu söylerim. Hatta onun Vasiyetname kitabı ben de de var. Evimde bulunuyor ve okuduğum bir kitaptır. Bugünkü dilde basılmış şeysi var.
İmam Birgivî’nin ermişliğini uygulamaya dönük anlatılmış efsanelerdir bunlar. Efendim İstanbul’da Trakya taraflarında, pardon Rumeli taraflarında, birtakım anlaşmazlıklar doğmuş. Hıristiyan kültür daha ağırlıklı olduğu için, ne kadar Türkler ve Müslümanlar oraya gidip Hıristiyan yaşıyorlarsa bile, efendim, halkın bir kısmı ya Bulgar Ortodoks veyahut da şeyler… Hristiyan kültür daha ağırlıklı, miras meselelerinde anlaşmazlıklar olmuş.
Şey de kazasker ha! İmam Birgivî yani öyle şey değil. Basit bir adam olarak görme, kazasker mülazımlığı filan yapmış bir insan. Dolayısıyla bilgisi var. Birikimli bir insan. Fıkıhı yani İslam hukukunu iyi bilen bir insan. Birgivî, bir müderris yani ilahiyat profesörü. Baş edememişler, yani o Hristiyan kültürüne göre, kendileri şerî şeye göre akaide göre şey yapıyorlar. Biz napıcaz, napıcaz, demişler, biz şeyi çağıralım, Mehmet Efendi’yi çağıralım, o buraları her şeyisini düzeltir, bir biçime sokar. Tutuyorlar buraya iki tane Tatar süvari, iyi at binen Tatar süvari gönderiyorlar.
İmam Birgivî, medresede, odasında kitap okuyormuş. Onun çok kitapları vardır. Benim Birgi kitabımda var onların adları…
Ondan sonra geliyorlar. İmam Birgivî Mehmet Efendi varmış burada. Eski Rumeli kazasker mülazımlığı yapmış, nerde, diyorlar. İşte şu medresedeki odada. Medresesi de devrinde, bayağı etrafında birçok gençlerin ta Salihli, Manisa şurası burası, Aydın taraflarından çeşitli gençlerin okumak için geldiği bir yer, lise ayarında. Ondan sonra, o odada, diyorlar. Askerler çizmelerini çıkarıp huzura varıyorlar, diyorlar ki, efendi sen Mehmet Efendi misin. Evet. Seni Sultan İkinci Selim çağırıyor. İkinci Selim’in hocası Ataullah Atai Ahmet Efendi de buralı. O medreseyi yaptırmış kendisi. Ataullah Atai Medresesi’dir öbür adıyla. 1654’lerde yaptırmış, 71’de vakfiyesi yazılmış medresenin. 1663’te de buraya şey atamış, söyleyiver, Birgivî Mehmet Efendi’yi, müderris olarak. Mehmet Efendi, Birgili ya, onu mahsus göndermiş. Ondan sonra, sizi bekliyorlar diyor şeye…
Bak şey de, Ataullah Ahmet Efendi de müderris. İkinci Selim’in hocası, o girişemiyor bu işe. Göze alamıyor. En önemli fıkıhçı bu.
Ondan sonra, sizi sultan bekliyor diyor. Peki efendim, siz yola çıkın gençler, sultanınızın huzuruna varın, şey geliyor, Mehmet Efendi geliyor deyin, diyor. Hayır efendim, diyorlar, biz sizi almadan yola çıkamayız. Hayır.
Burda girdik birinci efsaneye, birbirine bağlı üç efsane var burda.
İllahi götüreceğiz yanımızda. Hayır, asla ve kat’a ben sizle gelmem, size ayak uydurup gidemem, ben gelmiyorum sizle, diyor.
Ama efendim, padişah bizim kellelerimizi vurdurur. Haddine mi diyor, suçsuz insanların kellelerini vurdurmak. Haşa, şu dünyada ve öbür dünyada şöyle olur, böyle olur, filan…
Bakıyor askerler koparamayacaklar, bir arabaya bindirip götürecekler Mehmet Efendi’yi. Gitmiyor Mehmet Efendi. Naçar, çaresiz, kabul ediyorlar ve dört nala at sürüp, doğru saraya, Topkapı Sarayı’na varıyorlar.
İkinci Selim her zamanki gibi şehla gözlerle, içmiş, şeşi beşi görüyor bir vaziyette bakarken, askerler bostancı neferlerine kapıda çatmış bostancı neferlerine, biz, diyorlar, Birgi’den geliyoruz. Mehmet Efendi’yi istetmişti yanına. Ondan haber getirdik. Geliyor diycez. Sultanımızın huzuruna varmak dileriz, diyorlar. Kılıç bırakıyorlar. Biliyorsun, silahla padişah huzuruna girilmez. İçeri giriyorlar. Ondan sonra, eğilmiş bir vaziyette, sultanım diyorlar, Mehmet Efendi’yi gördük, efendim, kendisi yola çıkacak. Arkadan gelecek. Bize gitmemize tembih etti. Biz de geldik. Kusurumuz yok. Israr ettik kabul etmedi, diyorlar. Peki, diyor. Oldu, diyor. Padişah da orda bir şeyler anlıyor artık. Bir ermiş şeyi. Askerler hafif kafalarını kaldırdıklarında bir de ne görsünler, İmam Birgivî Mehmet Efendi, Sultan İkinci Selim’in yanında oturuyor. Büyük bir hayretle, odayı bırakıp geri geri giderek, selamlar vererek çıkıp gidiyorlar.
Yani burada, hani onun kuş olma ve uçma meselesi, eski Bektaşi geleneklerinde de vardır ve ölüm de can kuşunun ten kafesinden uçuşudur. Can da bir kuştur, felsefesinde de, biraz çok eski tarihi şeylere dayalı. Yani birazcık Alevi tandansı da kokan bir kuşluk, canın kuş olmasına dönüşmesi benzetmeleri de vardır. Yakalayabilirsek.
O sırada öğlen olmuş artık. Şimdi ikinci efsaneye geçiyoruz artık. Yine İmam Birgivî. Bunu böl, apayrı bir efsane. Bölmez birleştirirsen devamı hikâyenin.
Ondan sonra, hemen el çırpıyor sultan. Çeşnicibaşısını çağırttırıyor. Sofraya sini sini yemekler geliyor. Efendim, güveç mi istiyorsun, ızgara köfte mi istiyorsun, çevirme sülünler mi istiyorsun, ne istersen, yani bir kuş sütü eksik. Kuştan da süt çıkmadığına göre. Kuş sütü eksik. Öyle bir mükellef sofra. Padişah, Mehmet Efendi’ye derdini anlatmış. Şurada Hristiyan tebaa var, orada miras hukuku ne olacak, çocuklara nasıl kalacak, bunu şeriata uydururuz filan. İncil’i de bilen bir adam Mehmet Efendi. Ondan sonra, hallederiz sultanım, demiş. Hakkaten de halletmiştir. Ve orada…
Buyrun, diyor Sultan İkinci Selim, İmam Birgivî’ye. Buyrun, diyor. Hayır, diyor, teşekkür ederim, ordan yemeyeceğim, diyor. Padişah reddedilmeyi pek hazzeden biri değil. Koca imparator. Bir ucu mağripte, bir ucu bilmem nerde. Bir koca imparatorluğun şefi. Eziliyor yani, bu zengin sofranın ne eksiği var ki gibisine. Hiçbir şey değil. Hastaysan bir yudum su iç. Hayır, diyor. Ben ondan yemem. Nerden yiyeceksi, diyor İkici Selim. Bozuluyor. Zaten şehla kafa. Ondan sonra, yanında getirmiş, abasının altında böyle küçük bir bohça çıkartıyor. O bohçanın birinden, karısının bağladığı şekliyle, nasılsa açmış, bir de bakmış ki yufka ekmeği içinde birazcık peynir, maya peyniri… Yufka ekmeğinin üstünden buhar çıkıyor. O kadar hızlı gelmiş ki yani birkaç saat önce o yufka ekmeği yapılmış, o yufka ekmeğini de padişahın huzurunda açtığında buharı çıkıyormuş. Yani burada da onun yine kuş olup uçma meselesi akla geliyor. Çabucak ulaşması akla geliyor.
Bu yemekten yiyeceksin deyince kafası atıyor Mehmet Efendi’nin. Önünde sahanda dana güveç varmış, avucunu bir daldırıyor şöyle, güvecin içerisine bir sıkıyor, şakır şakır şakır irin, yani iltihap, ne denir ona söyle, çıbandan çıkan irin deriz ya, kanla karışık irin akıyor o etten. Hayret içinde kalıyor padişah filan. Efsane bu ya artık. Ondan sonra, senin sofranda, diyor, irin var, kan var, yoksulların ve masumların hakkı var, benim soframdaki bir ekmekle peynir hak edilmiş alın terinden başka bir şey değildir, diyor. Sık sıkabildiğin kadar içinden bakalım ne çıkacak, diyor. Burda bitiyor. Başka bir efsaneye geçiyoruz.
Rumeli’de işleri de düzeltiyor, ondan sonra dönmek için yola çıkıyor. Manisa’ya geldiğinde, bir hastalık varmış Manisa’da, taun (?), koca ölet der halkımız ona, veba hastalığı. Bir geldi mi bir ucundan girer şehrin, bir ucundan çıkar, sağ kalanlar çok az olurmuş. Derler ki bir tereyağı yapmış ailenin birisi sofraya koymuş, yemek için oturmuş, hepsi ölmüş. Ondan sonra başka bir aile almış götürmüş onu hepsi ölmüş. Derken böyle sekiz tane ailede el değiştirmiş. Bu da taun (?) hastalığının, veba hastalığının, çok menhus olduğunu ifade etmeye dönüktür. Yoksa tabiatıynan, senin sofrandan artan, ölmüş insanın sofrasından artanı, ben de götürsem benim de taun olacağım belli. Ama büyük ölümler getirdi. Adı koca ölet. Efendim, Manisa’da da koca ölet hastalığı var. Ama kafile yolda geliyor. Bak şimdi kuş olup İstanbul’a giden adam yolda atlan, beygirin sırtında geliyor, bak yani, niye kuş olup Birgi’ye gelmiyor akla gelebilir. Artık öldürülecek ya halkın beyninde.
Manisa’ya girerler, şehrin içinde taun hastalığı var. Şimdi buradaki mantıksızlık, koca ölet hastalığının kol gezdiği, münadilerin, habercilerin duyurduğu bir ortamda şehrin içine girme zorunluluğu. Etrafından kıytırıp geçin diğ mi? Su istiyorsanız, bir tarla kuyusunda susuzluğunuzu giderin. Hayır. O şehre girmişler. İmam Birgivî Mehmet Efendi de oradan alıyor hastalığı. Bugün taksiyle 45 dakikadır Manisa-İzmir arası. Bu kısa yolun içinde birdenbire, yani önce mikrobu alıyosun, 15 gün bir kuluçka devresi vesaire, senin hasta olman ve ateşler içinde bir hafta içinde ölmen. 21 günlük bir hadiseyken, bu 45 dakika otomobille gidilen yol, o gün için iki saatlik bir yol olsun, veya üç saatlik atla gidilen olsun. Bir saatin içinde koca ölet hastası oluyo ve küttedenek ölüyo. Şimdi efsane bu ya, halk, muhayyilesinde onu öldürecek. Şimdi bu kadar seri, hastalığa tutulmak, bu kadar seri bir ölüm kel alaka… Yani vebada da, tifüste de, sıtmada da öyledir, yani önce bir mikrop girer bir kuluçka devresi geçirir, ondan sonra hastalık, belli eder kendini, bir seyir hali vardır ve nihayet öldürür tedavi edilmezse. Kuduzda bile böyledir, Allah kimsenin başına vermesin.
Ondan sonra, neticede, koca öletten ölüyo, İmam Birgivî’nin cenazesini getiriyolar. Şimdi büyük bir âlim, din bilgini, ilahiyat profesörü, dürüst bir insan, ondan sonra, hak hukuğa, yoksula saygılı bir insan. Netice itibariyle İzmirliler ona sahip çıkmaya çalışıyolar, efendim, Birgililer de sahip çıkmaya çalışıyolar. Şimdi Birgililerin işi ne, İzmir’de. Ha diyorlar ki bunu sordum, efsaneyi anlatan, duymuşla da öldüğünü, gittile, lan o zaman cep telefonu mu vadı. Nerden duydunuz, nerden vardınız, İmam Birgivî’nin cenazesinin başına sahiplenmeğe. Birgililer gelesiye gadar, buradan Birgi’den kalkıp İzmir’e gitmek iki günlük bir yol. Niye beklettiler İzmirliler gömmediler topraklarına. Birgililer demiş ki o büyük adam, o bizim hemşerimizdir, on yıldır, 1563-1573, on yıldır bizde yaşıyodu, Birgivî lakabı, Birgili. Î biliyosun, -li anlamına geliyo, Konevî, Konyalı demektir, Ondan sonra bizim hemşerimiz, bizim adamımız o demişler. Biz size verir miyiz? Sizinle bir hukuku yok ki onun demişler. Onran sonra alırsın, almazsın, alırsın, almazsın, o zaman onun bir öğrencisi var. Adı Emir. Demiş ki iki tabut yapalım. Cenazeyi, cesedi yani, ortaya koyalım. Sabah uyandığımızda, kimin tabutunda çıkarsa o alsın götürsün. Kabul mü demişler İzmirlilere. İzmirliler de kabul demişler.
Bunlar olmuş şeyler değil. Ama efsanede var. Cesedi ortaya, bir masaya koymuşlar, uzatmışlar. Artık bir profesörün, bir âlimin cesedine büyük ızdırap bu. Ondan sonra yanına bir tabut, Birgili tabut demişler. Bir tarafına da bir tabut koymuşlar, başka masaya, bu da demişler İzmirlilerin tabutu. Sabah olduğunda herkes uyanmış, ondan sonra, yargıcıların, yani hakemlerin nezaretinde tabutları bi açıyolar ki İzmirlilerde yok, Birgililerin tabutunda çıkıyo. Şimdi Birgililer götürecek. Fakat niye getirip de burada namazını kılmamışlar, hayret bi şeydir. Tutmuşlar cenaze namazı orada kılınacak. Kıl illa ki demişler İzmirliler cenaze namazını burada kılıcaz, cenaze namazında, biz de bulunacaz. Cenaze namazı değildir biliyorsun, cenaze duasıdır o. Kadınlar da rahatlıkla katılabilirler yani, cemaatin içine. Efendim, duasını burada yapıcaz. Peki demişler. Abdest alacaklar. Allahın kırı. Su yok. Napıcaklar su olmayınca. O sırada Emir, İmam Birgivî’nin tabutunun yanındaymış. İçerden bir ses geliyor, Emir, diyo, kaz. Kaz Emir, olduğun yeri kaz. Su orda diyo. Kaz Emir diyo. Ondan sonra da Emir, hakkaten eline kürek alıyo, kazma alıyo, bir kazıyo, ordan su fışkırıyo, bunlar abdest alıyolar. İmam Birgivî’nin namazını orda İzmirlilerle birlikte eda ediyolar. Fakat burda da şimdi gıcıklıklar var. Derler ki Kaz Emir dediği yer, oranın adı Kazemir olmuş, sonra Kaziemir, sonra da Gaziemir. Yahu gazilikle, kazmak arasında çok anlam farkı var. Gaziemir’i araştırıyorum. Aydınoğlu Mehmet Bey’in komutanlarından, subaşılarından biri. O yöreyi, ele geçiren adamın ismi. Efendi Emir diye de bir öğrencisi var. Mezarı var orda, girdin mi, gittin mi hiç?
Kapıdan gir, bilet kesilen yerden girdiğinde sağdadır onun mezarı, yüksekçe bir yer. Emir. Onu kaz Emir yapmışlar. Halk muhayyilesinin uydurması. Getirip buraya defnetmişler. Mesele şudur beyefendi. 1573’te Birgi’de koca ölet hastalığı çıkıyor. Hatta Üçüncü Murad’ın hocalarından İbrahim Efendi, burada koca ölet, veba hastalığı çıktı diye Tekke köyüne… Tekke köyünden size bahsetmiştim. Elmabağ, şimdiki adı, oraya kaçıyo. Yani orada hastalık yoktur, oraya kaçıyo, yani paçayı kurtarayım diye, orada hasta oluyo, ölüyo. Oraya gömülüyor, İbrahim Efendi’nin mezarı ordadır. O bahsettiğim Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan erlerinden bir şeyle, büyükle, İbrahim Bey’in mezarı, uzun, ordadır onlar, ordadır. Üçler, Yediler, Beşler, Kırklar, o Bozdağ’a ait. Bu bahsettiğim Teke içinde. Ondan sonra bu şey de, İbrahim Efendi de orda ölmüştür. Yahu nerden biliyon Galip? E, Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde var. Korktu kaçtı diyo, orda öldü diyo, Evliya Çelebi. Yani kaynaklı bu. Bu veba burda çıkmış. Yıl 1573 ve İbrahim Efendi, İmam Mehmet Efendi arkadaş. Birbirleriyle tanış. Dolayısıyla zaman zaman bir araya gelip sohbet ederlermiş bunlar. Mehmet Efendi bırakıp gitmiyor. İbrahim Efendi kadar egosuna düşkün bir insan değil. Daha şey, insan. Halkla paylaşımcı, bölüşümcü bir insan. O hastaların başına gidip dualar okumak, ölmüşlere birer Fatiha okumak, halka moral vereyim derken, kapıyor mikrobu ve işte koca ölet, bir ay, bir buçuk ayda…
Karantinaya alınmış, askerler o bölgeye insan sokmuyorlar. Ekmek atarlarmış, uzaktan. Yani facia. Bugün şükür ki öyle hastalıklar yok. Salgın hastalıklar. Netice itibariyle o da bu hastalıktan burada ölüyo ve kendi eliyle diktiği iki tane servi fidanının dibine gömülüyo. Bugün mezarı ordadır. Vasiyeti gereğince üzerine herhangi bir şey yapılmamasını ve gök kubbenin en güzel türbe olduğunu, mavi gök kubbenin en güzel türbe olduğun söylüyo. Sonradan bilmem ne Kara bilmem ne diye Birgi kadısı, oraya tahtadan türbemsi bir şey yaptırmışsa da sonra onun ölümünden sonra, kadı ya, dokunamamışlar, o öldükten sonra o tahta türbeyi de yıkıp atmışlar. Ya demişler böyle açık kalır sade, gömüldüğü haliyle, yahut yaptıracaksak para toplarız, Birgi’nin şanıdır, adam gibi bir türbe yaparız. Ümmü Gülsüm, İmam Birgivî’den büyük, onun türbesi Aydınoğlu Mehmet Bey’in türbesinin yanında, bu adam böyle filan diye… Benim anlatacağım son şey bu oldu.
 
MEZARLIK FotoğraflarI
 
Fotoğraf 1: İmam Birgivî Mehmet Efendi’nin mezarı.
Fotoğraf 2: İmam Birgivî mezarlığında Müderris Kara Davutoğlu Ömer Efendi’nin mezarına kulağını dayayıp ses duymaya çalışanlar.
 
 
 
 
Fotoğraf 3: Mezara konan su dolu testi ve leğen.
Fotoğraf 4: 2006’da ölen Âşık Ramazan’ın mezarındaki su dolu testi.
 
Fotoğraf 5: İmam Birgivî mezarlığında mezara bağlanan çaputlar ve taşlar.
 
Fotoğraf 6: Beşik şeklinde bağlanmış bezler. Bezlerin ortasında da çocuğu temsil etmek üzere taş konmuş.
 
 
Fotoğraf 7: Mezardaki tele bağlanmış temsilî beşik ve çocuk.
 
Fotoğraf 8: İmam Birgivî mezarlığının içinde evi temsil eden taşlar.
 
Fotoğraf 9: Ölen bir genç kızın tülbentli mezar tahtası.
 
 
Fotoğraf 10: Küçük Menderes Havzası’ndaki Yakapınar mezarlığında mezar taşında yer alan muska motifi.


[1] M. Hulusi Lekesiz, XVI. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci (Püritanist) Bir Eleştirisi: Birgivî Mehmed Efendi ve Fikirleri, yayınlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ankara, 1997, s. 207-208.
[2] Huriye Martı, Birgivî Mehmed Efendi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2008, s. 57-68.
[3] Lekesiz, a.g.e., s. 206.
[4] Ahmet Yaşar Ocak, Alevî ve Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İletişim Yay., 2. bs., İstanbul, 2000, s. 113.
[5] Lucien Lévy-Bruhl, İlkel Toplumlarda Mistik Deneyim ve Simgeler, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., Ankara, 2006, s. 116-140.
[6] Jean-Paul Roux, Altay Türklerinde Ölüm, çev. Aykut Kazancıgil, Kabalcı Yay., İstanbul, 1999, s. 188-189.
[7] Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, çev. Fuat Aydın, Ataç Yay., İstanbul, 2005, s. 207-213.
[8] Roux, a.g.e., s. 208-214.
[9] Bu konuda, malzemenin sözlü kaynaklardan derlenmesi, bol malzemeye yer vermesi açısından özellikle şu kaynağa bakılmalı: Sedat Veyis Örnek, Anadolu Folklorunda Ölüm, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay., 2. bs., Ankara, 1979, 149 s.
[10] M. Fuad Köprülü, “Abdal”, Edebiyat Araştırmaları 2, Ötüken Yay., İstanbul, 1989, s. 385.
[11] M. Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatının Menşe’i”, Edebiyat Araştırmaları 1, Ötüken Yay., İstanbul, 1989, s. 65.
[12] Fuzuli Bayat, Türk Şaman Metinleri (Efsaneler ve Memoratlar), Piramit Yay., Ankara, 2004, s. 121-160; Fuzuli Bayat, Ana Hatlarıyla Türk Şamanlığı, Ötüken Yay., İstanbul, 2006, s. 161-164.
[13] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, 1984, s. 91-93.
[14] Mircea Eliade, İmgeler Simgeler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yay., Ankara, 1992, s. 1-41.
[15] A. Munis Armağan, Asya’dan Anadolu’ya Türkler’in Anı Defteri, kendi yayını, İzmir, 2006, 496 s.
[16] Behiç Galip Yavuz, Erken Tarihte Küçükmenderes Havzası’nda Küçükasya’da ve Önasya’da Ön-Türkler, kendi yayını, İzmir, 2004, 229 s.
[17] Behiç Galip Yavuz, Birgi, Coğrafyası, Halk Bilgisi, Tarihçesi, Tarihi Yerleri, Top Yayıncılık, Birgi Belediyesi, Çekül Vakfı yayını, 3. bs., İzmir, 2005, 220 s.
[18] Senim Hande Tanay, 1987, İstanbul doğumlu, üniversite öğrencisi, İstanbul’da oturur, Ağustos 2007’de, Birgi’deki derleme gezisi sırasında ziyarete gittikleri bir evde gözlemlemiş.
[19] Hande Kahraman, 1986, İstanbul doğumlu, üniversite öğrencisi, İstanbul’da oturur, Ağustos 2007’de, Birgi’deki derleme gezisi sırasında ziyarete gittikleri bir evde gözlemlemiş.
[20] Öğrenciliğinden itibaren, 10 yıl süren Birgi’deki Yaz Çalıştaylarına katılan ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Fotoğraf Atölyesi uzmanı olan, fotoğraf arşivindeki konumuzla ilgili fotoğraflardan yararlanmamıza izin veren Saliha Dıraman’a çok teşekkür ederiz.
[21] Saliha Dıraman, 1975, Samsun doğumlu, üniversite mezunu, İstanbul’da oturur, Ağustos 2006’da, Birgi’de İmam Birgivî mezarlığında bu olayı gözlemlemiş.
[22] Mustafa Şanlı, 1934, Birgi doğumlu, emekli işçi, ilkokul mezunu, Birgi’de oturur, çevredeki insanlardan dinlemiş, Birgi’de, 27.8.2006’da derlendi.
[23] İbrahim Yurttaş, 1930, Birgi doğumlu, emekli memur, ilkokul mezunu, Birgi’de oturur, çevredeki insanlardan dinlemiş, Birgi’de, 27.8.2006’da derlendi.
[24] Mustafa Şanlı, 1934, Birgi doğumlu, emekli işçi, ilkokul mezunu, Birgi’de oturur, çevredeki insanlardan dinlemiş, Birgi’de, 27.8.2006’da derlendi.
[25] Halil İbrahim Demir, 1926, Birgi doğumlu, marangoz, ilkokul, Birgi’de oturur, çevredeki insanlardan dinlemiş, Birgi’de, 27.8.2006’da derlendi.
[26] Kadir Kaçan, 1975,Birgi doğumlu, belediye işçisi, lise terk, Birgi’de oturur,çevredeki insanlardan dinlemiş, Birgi’de, 27.8.2006’da derlendi.
[27] Behiç Galip Yavuz, 1945, Bornova doğumlu, yüksek öğretmen okulu mezunu, emekli öğretmen, yazar, Ödemiş’te oturur, çevre insanından öğrenmiş, Ödemiş’te 27 ve 29.8.2006’da derlendi.
 
439177 ziyaretçiburayı ziyaret etti
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol