"İstanbul’un Çalgılı Kahvehanelerinin Halk Edebiyatı Açısından Önemi", Türk Edebiyatına Açılan Pencere İnci Enginün Armağanı, haz. Hülya Argunşah, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara, 2014, s. 329-336.
İSTANBUL’UN ÇALGILI KAHVEHANELERİNİN HALK EDEBİYATI AÇISINDAN ÖNEMİ
Doç. Dr. Muharrem Kaya
ÂŞIKLIK GELENEĞİNİN BAŞLANGICI
Âşıklık geleneğiyle ilgili ilk unsurlara 16. yüzyıldan itibaren rastlanmaktayız. Bu geleneğin ne zaman başladığıyla, kökeniyle ilgili olarak da üç değişik düşünce karşımıza çıkmaktadır. İlki Fuat Köprülü’den itibaren üzerinde durulan, ozan, kam, baksı, şaman geleneğinin Anadolu’da âşıklık geleneği haline dönüşerek devam ettiği düşüncesidir.
İkinci düşünce ise genelde eski edebiyat araştırmacılarının üzerinde durduğu bir yaklaşım tarzıdır. Divan edebiyatı ürünlerinin örnek alınarak âşık edebiyatı mensupları tarafından taklit edilerek, daha sade bir dille, halkın anlayacağı bir şekilde yeniden üretildiği ileri sürülür. Burada dikkati çeken bir nokta da icra mekânı olarak kahvehanelerin bu geleneğin oluşup, güçlenmesindeki rolüdür. 15. yüzyılda kahvenin Osmanlı topraklarına girmesi sonucunda kahvehanelerin bir kültürel ortam olarak bu sanatın oluşmasına, gelişmesine zemin hazırlaması önemlidir. Özkul Çobanoğlu da âşıklık geleneğinin doğuşunu, İstanbul’daki gelişmiş, üst kültürün alt sosyal ve kültürel tabakalara yayılması olarak açıklar. Bu konu seçkin kültürün dibe batması kuramıyla izah edilir. Yalnız bu düşüncenin açmazı, İstanbul dışında, İstanbul’daki âşıkların sanat anlayışlarının dışında, konu, imge, söyleyiş tarzı açısından farklı geleneklerin Erzurum, Kars, Azerbaycan gibi merkezlerde oluşmasını izah etmede yetersiz kalmasıdır.
Üçüncü olarak âşıklık geleneğinin Orta Asya değil, Anadolu kökenli olarak gösterildiğini özellikle icra sırasında kullanılan sazın yapımındaki malzemenin burada bulunduğu ve üretildiğini, delil olarak öne sürüldüğünü görmekteyiz. Sazın etkileyici doğmaca ürünleri oluşturabilmesi için tezene kullanılması gerektiği, tezenenin ise kökeni Anadolu olan kiraz ve armut ağacından yapıldığı anlatılır. İlk çağlarda Ortaasya’da kiraz ve armut ağacı yetişmediği belirtilir. Sazın telinin, maden işleyen Urartulardan beri Anadolu’da kullanıldığı, Orta Asya’da üretilen kopuzda, madeni tel değil, at kılı kullanıldığı, bu müzik aletinin ve geleneğinin aslında Anadolu’da Türkler gelmeden önce de var olduğu düşüncesi dile getirilir. Bu bakış açısı, âşıklık geleneğinin kökenini Anadolu olarak göstererek Türk milletinin bu geleneğin kökenindeki kültürel varlığını hafifsemektedir, bu sebeple taraflı, siyasi bir tavırdır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, arkeolojik kazılarda, maden işlenerek yapılmış ince telli kopuzlar da Orta Asya’da bulunmuştur.
KAHVEHANELERİN BULUNDUĞU SEMTLER
Osman Cemal Kaygılı, İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri adlı kitabında İstanbul’un pek çok semtinde bu tür kahvehanelerin bulunduğunu belirtir ve Kadıköy, Beşiktaş, Eminönü, Balat, Eyüp, Karagümrük gibi semtlerde bulunan semai kahvehanelerinden de yeri geldiğinde bahseder. Ahmet Rasim de, Muharrir Bu Ya adlı eserinde, İstanbul’da bulunan semai kahvehanelerinin bulunduğu semtleri sayar: “Yirmi otuz sene evvel Beyazid’de Merdivenli, Eski Saraçhane başında Yüksek Kahve’de, Çeşme Meydanı’nda, Firuz Ağa’da, Kasımpaşa’da, Üsküdar’da, Yeni Mahalle’de, Selamsız’da ekseriya ramazanlara mahsus olmak üzere semâî kahveleri kurulur idi.”
FASIL YAPISI, DÜZENİ
Semai kahvelerinde icra edilen fasılların yapısı bazı alışkanlıklara göre kalıplaşmıştır. Fakat her yerde aynı sıranın uygulandığını söylemek zordur. Yine de bu fasıllarla ilgili bilgilerde şöyle bir sıralamanın takip edildiği görülür:
Asıl fasıllar başlamadan önce klarnet, çığırtma, çifte nara, darbuka ve zilli maşadan ibaret orkestra “marş”, “polka” ve bazı alaturka halk şarkıları çalarak müşteri toplamaya başlar. Ardından mani faslı başlar, yaklaşık bir saat boyunca maniciler atışır. Sonra da sırasıyla koşma, semai, divan, yıldız, destan ve kalenderiyeye geçilir. Her faslın arasında veya okuyup çalma faslı bittikten sonra “oyuncular” çiftetelli, köçek, kasap havası, zeybek gibi oyunlar oynarlar.
Mehmet Halit Bayrı, semai kahvelerindeki fasılların yapısını şöyle belirtir: “Semaî kahvelerinde işe müzika ile başlanırdı. Müzika, kılarnet, çığırtma, çifte nara, darbuka ve zilli maşadan ibaretti. Bu kahvelerde önce alafranga bir marş, sonra nihavent makamında kıvrak ve alafrangaya yakın türküler, daha sonra çiftetelli gibi oyun havaları ve halk türküleri çalınırdı ve mani faslına girilirdi. Mani faslı alaylar, kahkahalar, atışmalarla yarım veya bir saat sürer bunun arkasından sırasıyla semaî, divan, yıldız, kalenderî, koşma ve destan fasıllarına geçilirdi.”
Ahmet Rasim de bu kahvehanelerdeki müzik aletleriyle ilgili bazı bilgiler de verir: “Bu kahvelerin kendilerine mahsûs mutribi var idi. Bu mutrib başta çığırtma denilen ibtidâî bir fülüt ile darbuka denilen ağzına deri geçirilmiş, su kabağı şeklinde geniş, urdukça perde nokta-i nazarından davuldan daha pes fakat daha hım hım bir çömlekten, bir de zilli maşadan mürekkeb olurdu.”
Mehmet Halit Bayrı, meydan şairleri arasında bulunmuş Otakçılarlı Ahmet Cevat’tan aldığı bilgilere göre, meydan şairlerinin bilgi ve yetenek derecelerine göre, okur yazar, yalnız okur, ama yazamaz, hiç okuyup yazmaz diye ayrıldığını aktarır. Bayrı, okur yazar meydan şairlerinin hem önceden hazırladıkları hem de meydanlarda hazırlıksız hemen söyledikleri şiirlerle etkili ve anlamlı bir sanat icra ettiklerini belirtir. Hangi sınıftan olursa olsun, meydan şairlerinin bu ortamlarda atışabilmeleri için uzun süre ustasının yanında bulunarak eğitimini, görgüsünü artırdıkları, ancak ustasının destur vermesiyle meydana çıkabildiklerini de eklemiştir. Bunlar da âşıklık geleneğinin en önemli unsurları olarak karşımıza çıkan bilgilerdir.
KAHVEHANE ORTAMI
Osman Cemal Kaygılı, İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri kitabında bazı acıklı konuların işlendiği destanların dinleyicilerde bıraktığı etkiyi anlatırken bazılarının ağladığından, inlediğinden bahseder. Mani, semai dinlemek isteyen dinleyicilerin bunları söyleyen şahıslara adeta bir girizgahta bulunur gibi maniyle isteklerini dile getirdiklerini de not etmiştir.
Ahmet Rasim ise Şehir Mektupları’nda, musiki-şinaslarımızın istediği kadar tersini iddia etmesine rağmen, müzik icra edenlerin her birinin ayrı telden çaldığını gayet ayrıntılı bir şekilde anlatır. Kahvedeki dinleyici kitlesinin görünüşünü ve meşguliyetlerini ise şöyle yazar: “Yahu ne kıyafet dört yüz fesin dört yüzü de ayrı. Paltolu, ceketli, latalı, cübbeli, sakallı, bıyıklı, beyaz, habeşî, esmer, zenci, çogur, bodur, şemsiyeli, bastonlu, hepsinden birer ikişer numûne var. Bakın şu merd-i deryâ-dile, hem uyuyor, hem dinliyor. Yanındaki esnemek üzere dehen-küşâ. Garsonun biri bin paraya! Hava gazları salkım söğüt fanusları içinde dumandan hâledâr. Derin bir gürültü kıraathânenin duvarlarına urduktan sonra ön, art kapılardan fırlıyor. Artık dinleyin size bir rast faslı! Deve katarı gider gibi. Bir enîn-i pes. Beş taş oynar gibi köşeden köşeye kaçar bir iki çarpma, tavlada kapı alır gibi bir durak bilardoda “sur dösu” denilen tarzda kayma bir taksîm, alaca kumaşı andıran bir ara nağmesi! Dinleyene ne mutlu! Herkes küme küme olmuş. Musîkî bahsi öne sürülmüş, Fisagor’un gamından, Aristo’nun damından, Beyazid Hamamından, gözlük camından, ötekinin piyasada hırâmından, Dede Efendi’nin hüzzâmından birinin Sahne-i Âlem’e sık sık devamından, hâlâ yılbaşı akşamından, önümüzdeki Şeker Bayramından, âşıkın ekdâr ü âlâmından, dekadanların sâ’at-ı semen-fâmından, …. vb. konuşuyorlardı.”
SANATÇILAR
Bu kahvehanelerde sadece dinleyici, meraklı değil, bu sanatı icra edenler de bulunur: “Semai kahvelerinde en önemli simalar, bazı âşık tarzı türlerini okumakla ün kazanmış söyleyicilerdi ki bunlara ‘meydan şairi’, ‘taşlık şairi’ de denirdi. Halk, meydan şairlerine büyük ilgi gösterirdi. Bu kişiler, gerçek âşık tipinden farklı vasıflara sahipti. Her şeyden önce herhangi bir çalgı çalmazlardı. Bununla birlikte irticalen söz söyleyebilme kabiliyetine sahip olanlar da vardı. Ayrıca, tulumbacılığa özenenlerin ya da bu kahvehaneye eskiden beri devam edenlerin hafızalarında bile, yüzlerce çeşitli türde şiirler bulunurdu. Ancak, irticalen söyleyenlerin yanında, ‘usta malı’ şiirler söyleyenlerin pek fazla önemi yoktu. Özellikle hazırlanmadan şiir söyleyenler kendi aralarında karşılıklı söz söylemeye dayanan bir çeşit yarışma yaparlardı ki buna ‘atışma’ denirdi. Semai kahvelerinde meydan şairlerinin atışmaları, gecenin en heyecanlı bölümünü teşkil ederdi. Bu bölümde okuyucular birbirlerini mağlup etmeye çalışır, atışma sonunda mağlup olana ‘mat oldu’ denirdi.”
Mani ve semai söyleyen en meşhur tulumbacılar şunlardır: Acem İsmail, Kafesçi Arif, Dolmacı Mihran, Efe Mehmet, Defterdarlı Asaf Bey, Yenimahalleli Çiroz Ali, Tersaneli Osman Nuri, Üsküdarlı Vasıf, Zeytinburnulu Arap Osman, Darbukacı Tespihçi Halit, Darbukacı Sadık, Darbukacı Mithat, Sarı Hayri, Balatlı Nesim, Karagümrüklü Rampi İbrahim, çırağı Arap Hamit, Eyüplü Makinist Tayyar, Çeşmemeydanlı Uzun İbrahim, Galatlı Matruş (Küçük Dertli), Tersaneli Ahmet Reis.
Tulumbacı olmadıkları halde, bu kahvelerde en iyi mani, semai, koşma, destan, kalenderi söyleyenler ise şunlardır: Bakırköylü Zil İzzet, Hattaneli Arap Hikmet, Balıkçı Agop, Çeşmemeydanlı Kıvırcık Hüsnü, Galatalı İnce Arap, Zeytinburunlu Naracı Mehmet, Beşiktaşlı Kambur Ferdi Dede, Üsküdarlı Kayıkçı İbrahim, Çukurçeşmeli Efe Mehmet, Unkapanlı Halit Hoca.
Osman Cemal Kaygılı, bunlar arasında özellikle Üsküdarlı Vasıf, Acem İsmail, Zil İzzet, Halit Hoca, Çiroz Ali, Dolmacı Mihran, Arnavudun Mehmet, Zeytinburunlu Konik Mustafa, Otakçılarlı Cevat, bilhassa Çarkçı Balatlı Ethem’in en usta olduğunu yazar.
Ahmet Rasim de, meşhur kumarbazlardan Örücü Salih’in semai okumakta tek olduğunu belirtir.
KÜLHANBEYİ EDEBİYATI
Koşmalar, semailer, divanlar, yıldızlar, kalenderilerde başta aşk olmak üzere her konudan bahsedilir, fakat destanlarda, çoğunlukla kabadayılıklar, ölümler, savaşlar anlatılır. Destanlarda bu tip konular işlenmiş, Osman Cemal Kaygılı’ya göre bunlar “gâh hiddetler, tehevvürler, küfürler, naralar gâh da ahlı oflu gözyaşları içinde yıllarca okunup dinlenmiştir.” Kaygılı, bu destanlar arasında şunları sayar: Çiroz Ali’nin Ölüm Destanı, Sandıkçı Şükrü Destanı, Yorgancı Sadık Destanı, Pamukçu İhsan Bey’in Destanı, Komiser Hüsamettin Destanı, Feshanede Makine Arasında Kalıp Parçalanan Atıf’ın Destanı, Yemen Destanı, Esrarkeşlerin Destanı, Zampara Destanı, Er Avret Destanı.
Kaygılı birkaç destanın hem metnini verir hem de hangi olay üzerine oluşturulduğunu açıklar. Komiser Hüsamettin’in kayınbiraderi Halit ve Erenköylü Mustafa tarafından kalleşçe öldürülüşünün anlatıldığı destanın metnini veren Kaygılı, bu destanı Yusuf Kenan’ın çok etkileyici bir şekilde söylediğini ve dinleyenlerin ağladığını da kaydetmiştir. Kaygılı, bu gibi destanlarda ölen kabadayının daima ağırbaşlı, namuslu, asil, iyiliksever, fedakâr bir insan; onu öldürenlerin ise korkak, iki yüzlü, hain olarak gösterildiğini belirtir. Böylelikle yazar, ağıt geleneğinde kendini gösteren, ölen şahısla ilgili kalıp bir tip ve ifade oluşturulduğunu da vurgulamış olur.
Esrarkeşlerin Destanı, bir esrarkeşin tuhaf ve gülünç hülyalarını anlatan mizahi bir destandır. Zampara Destanı ise, bir zamparanın başına gelen rezalet ve maskaralıkları işler. Zeytinburunlu Konik Mustafa Çavuş’un Yemen Destanı, oraya giden askerlerimizin çektiklerini anlatır. Kaygılı, eserin tamamını kitabına alamasa da, çok bilinen Yemen Türküsü’ne benzer bir konuyu işlemesi açısından bu metnin üç dörtlüğünü örnek olarak buraya aldık:
Bâb-ı seraskerî’den emr ü irade
Memleketten kalktık geldik piyade
Feryad ü figan pek de ziyade
Kucaklayarak dostu yâranı
Askerle vapuru donattık sardık
Sade gök görünür kara arardık
Tam kırk üç günde Yemen’e vardık
Vapur lenger attı bulduk limanı
Hak din ü devlete vermesin zeval
Yetişti anide bir alay sandal
Hep çıktık iskeleye akran ü emsal
Şehirde tebdilen ettik seyranı
Üsküdarlı Vasıf’ın meşhur semailerinden birisi şöyledir:
Efendim yoktur emsalin bulunmaz bir güzelsin sen
Nedir maksudun ey canım beni böyle üzersin sen
Adûyü bed-likalarla niçin daim gezersin sen
Seni ben sevmişim candan velâkin bî-habersin sen
Otursam reh-güzarında selam vermez geçersin sen
Görünce bendeni yavrum neden çeşmin süzersin sen
(Nakarat)
Gidip ağyara yar oldu benim halim harap oldu
Seninle gezdiğim gül-zâr kararmış bir tür-âb oldu
Kaygılı, bu nakaratın şu şekilde de söylendiğini kaydetmiştir:
Bugünlerde senin tavrın bana gayet merak oldu
Seninle içtiğim meyler niçin nar-ı firak oldu.
Osman Cemal Kaygılı, bir tekerlemeye benzeyen, mizahi bir semainin ilk iki mısraını da verir:
Efendim tar nasip artar tecelli taksirat mantar
Senin o bildiğin kantar niçin böyle yalan tartar?
Muamma asma geleneği hakkında da bilgi veren Kaygılı, bunu şöyle anlatır: “Bu yazı üç yahut dört köşe süslü bir tahtanın üzerine yazılıp kurdeleler, çiçeklerle süslendikten sonra kahvenin tavanına asılır; bunu halledenlere bir lira, beş lira, sırasına göre on lira mükâfatlar vaat edilir ve bunu kim hallederse hem mükâfatı alır hem de onun adı bütün çalgılı kahvelerde aylarca çalkalanırdı.”
Kaygılı, mani, semai de söyleyen Zil İzzet’in, “kayık küreği” anlamına gelen muammasını da örnek olarak verir:
Geçen sene gördüm sallanır bî-ruh durur
Kim ona el vurursa kuyruğuyla sallanır
Bunun canlı oluşu dar dibinden bağlanır
Bu muamma değil lakin bir ağacın dalıdır.
Bu kahvelerde mani atışması yapmak, özellikle irticalen söylemek büyük ustalık olarak görülür. Kaygılı, Balatlı Çarkçı Ethem’e Kadıköylülerin, Kadıköy uyağıyla bir mani söylemesini istediğini yazar. Mani şöyledir:
Adam aman…. dı köye…
Arzuladık ihvanı geldik şu Kadıköy’e…
Müftü haraç keserken ne yapar kadı… köye?
Osman Cemal Kaygılı, Beşiktaşlılar, Çeşmemeydanlılar ile Eyüp civarındaki manici ve semaiciler arasındaki rekabetin bir maniye nasıl yansıdığını da örnek olarak verir. Bakırköylü Zil İzzet, Eyüplülere şöyle sataşır:
Adam aman.. İ… yi… bin
İşte meydan, işte at, biner isen iyi bin
Dört köşede meşhurdur dilencisi İyib’in
Kaygılı, kitabına aldığı metinleri hangi ortamda nasıl oluşturulduğunu da açıklayarak, iyi bir derlemeci olduğunu da göstermiş olur.
Adam aman… ka.. rın.. ca
Yazdan toplar erzakın kışa saklar karınca
Canan bizi affetti yalvarıp yakarınca
Adam aman… dide.. de
Bak okuyup yazmadan kalmadı fer didede
İhvanın arzusunu kırmaz Ferdî Dede…
Paşazade olan Beşiktaşlı Kambur Ferdî Dede’nin, bir çalgılı kahve sahibi olan Galip Ağa için söylediği mani zamanında çok meşhurmuş:
Adam aman.. Ga.. liba
Maşrapan tıkırdıyor küpte su yok galiba
Sana asil diyorlar sen piçmişsin Galip Ağa
Üsküdarlı Kayıkçı İbrahim’den bir mani:
Adam aman… ne… yedir
Namerdin lokmasını ne kendin ye ne yedir
İhvanın toplanması seneden seneyedir.
Arap Hamit Reis’in şimşekli bir gecede bir destan veya semai söylemesini isteyen bir arkadaşının irticalen söylediği bir mani:
Adam aman… se… mâyi
Şimşek çakar gök gürler Hak titretir semayi
Hamit Reis bekleriz senden destan semaî!
Semailer aruzun mefailün\ mefailün\ mefailün\mefailün kalıbıyla yazılıp okunur.
Kalenderiler ise hem hece hem aruz vezniyle yazılır. Kaygılı, kalenderilerdeki bir yapı özelliği olarak her kıtanın, yani her satırın üçüncü mısraı o kıtadan sonraki kıtanın birinci satırında aynen tekrarlandığını, her kıtanın son mısralarının da kafiyece birbirindin farklı olduğunu belirtir. Bir çalgılı kahve kalenderisi olarak şu örneği verir:
Derd ü gam, aşk u sevda
Eyledi beni şeyda
O güzelin yoluna
Edeydim canım feda
O güzelin yoluna
Saçım başım yoluna
Taramış kâkülleri
Atmış sağ ü soluna
Taramış kâkülleri
Gerdanda fülfülleri
Sanırsın yanağında
Açmış cennet gülleri
Sanırsın yanağında
Küpeler kulağında
Ayda ay yıl, ay yıldız
Mahcemalin mahitap
İstanbul’daki semai veya çalgılı kahvehanelerde üretilmiş edebi ürünler ve buradaki sanat icra ortamı, bağlamı üzerinde daha fazla bilgi verilebilirdi. Fakat konuşma süremizin kısıtlı olması bu örnekleri azaltmamıza sebep olmuştur.
Semai kahvehaneleri, İstanbul’un kültür merkezlerinden biri olarak âşıklık geleneğinin büyük şehirdeki, başkentteki önemli bir işlev üstlenmiştir. Süleyman Şenel, bu kahvehanelerin eğlence işlevine dikkat çeker: “Eski ‘âşık kahveleri’nin devamı gibi kabul edilen semai kahvelerine İstanbul'da yaşayan ya da yolu bu şehre düşen ‘âşıklar’ da zaman zaman katılırlar ve bu meclislerde halkı eğlendirmeye çalışırlardı. Semai kahveleriyle tulumbacı kahvelerinde ün kazanan bazı meydan şairleri, eski âşık tarzını sürdüren tiplerdi. Her şeyden önce okudukları türler, okuyuş tarz ve biçimleri, eski âşık tarzının bir kalıntısı ve basitleştirilmiş bir şekliydi. Okuyucuların okuduğu havalar da, çoğunlukla âşık tarzıydı, ancak âşıklar yerine divan, destan, kalenderi, semai vb âşık tarzı türleri okumakla ünlenmiş şahsiyetler ve çöğür, bulgari, beş telli bağlama, altı telli bozuk, yedi telli yanuk, tambura vb âşık çalgıları yerine klarnet, zurna, darbuka, dümbelek, zilli maşa, çifte nara gibi gürültülü çalgılarla okuyuculara eşlik eden ve daha çok kalıplaşmış ayaklar çalan çalgıcılar önem taşıyordu.”
SONUÇ
Sonuç olarak 16. yüzyıldan itibaren başlayıp günümüze kadar devam ettiği söylenen âşıklık geleneğinin, İstanbul gibi Osmanlı imparatorluğunun başkenti olmuş, son derece gelişmiş bir kültürel ortamda, bir halk kültürü icra mekânı olarak işlev üstlenmesi, bu geleneğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Özellikle İstanbul’da üretilen üst kültür ürünlerinin bu kültürel ortamlar aracılığıyla alt toplumsal kesimlere aşılandığı dikkate alınırsa Osmanlı’nın kültürel homojenliğini sağlayan bir işlev üstlenmiş olduğu da söylenebilir.
Semai kahvehanelerindeki gerek icra geleneğiyle ilgili bilgilerde, bu fasıllarda sergilenen edebi ürünlerden verilen örneklerde, gerekse usta çırak ilişkisinin eğitim yönünün vurgulanmasında, âşıklık geleneğinin tüm özelliklerinin bu ortamlarda yaşatıldığını anlayabiliyoruz.
Bu çerçevede İstanbul’daki semai kahvehaneleri, hem Osmanlı, hem Azerbaycan sahasında âşıklık geleneğinin gelişip güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
|