Drina Köprüsü ve El Greko'ya Mektuplar
Drina Köprüsü ve El Greko’ya Mektuplar Romanlarında ‘Öteki’ Türkler, Müslümanlar, Hürriyet Gösteri, sayı: 313, Ağustos-Eylül-Ekim 2014, s. 90-110.

DRİNA KÖPRÜSÜ VE EL GREKO’YA MEKTUPLAR ROMANLARINDA “ÖTEKİ” TÜRKLER, MÜSLÜMANLAR[1]

 

 

Doç. Dr. Muharrem Kaya



 

Karşılaştırmalı Edebiyat sahasında yapılan imaj çalışmalarında toplumların başka toplumlarla ilgili kalıp düşünceleri, onları ne kadar ötekileştirdikleri kadar kendilerini nasıl gördükleri de ortaya çıkar. Bu çalışmalar şu alanlarla ilgili olabilir: “1) bütün olaylar tarihsel bir çerçeved içinde geliştiklerine göre tarih ve tarih bilimini; 2) ilgili ülkenin edebiyat ve kültür tarihini; 3) özellikle bilinç altı, peşin yargı, fobiler gibi konuların işlenişi açısından ruhbilimi ve toplumsal ruhbilimi; 4) kullanılan sözcüklerin ve kavramların açıklanmasına ışık tuttuğu derecede felsefe ve semiolojiyi; 5) ulusal düzeyde ilişkilerin gelişimini açıkladığı derecede uluslar arası ilişkileri; 6) ulusal kimlik, yurttaşlık, düşman/dost gibi kavramlara açıklık getirdiği derecede siyaset bilimini.”[2] Osmanlı İmparatorluğu döneminde yönetilen milletler de Türkler, Müslümanlar hakkında çeşitli imajlar oluşturmuşlardır. Bunların bir kısmı yönetimle bir kısmı da insani ilişkilerle ilgili olmuştur.

Batı Avrupa’da, Binbirgece Masalları’nın etkisiyle Doğu, egzotik, cinsel, arzulanan bir imaja sahiptir. Hakim ve yaygın inanış, Katolikliğin etkisiyle, katı, kontrollü cinsellik açısından bu durum, fantezileri de beraberinde getirmiştir. Doğu, aynı zamanda fethedilecek topraklar, alınacak ganimetler, hammaddeler demektir.

Gezi yazarlarının, gezi rehberlerinin, romanların, görsel sanat eserlerinin etkileriyle, 16. yüzyılda Osmanlı’yı öğrenme arzusu, önyargı, deneyim, hayali unsurlarla dolu imajlar oluşturur. 17. yüzyılda Batı Avrupa’daki gelişim, Osmanlı’nın küçümsenmesine doğru yol aldı. 18. yüzyılda ise yıkılmakta olan imparatorluk “hasta adam” olarak nitelendirildi.[3]

Türk imajı, Orta ve Batı Avrupa’nın kimliğinin oluşumunda da etkili olmuştur. Bu imaj, “yarı-tarihsel, yarı-metaforik Türk imajıdır. Türk imgeleri, yüzyıllar boyunca, bu bölgedeki kültürlerin çoğunda yabancı hükümranlığa ait tehditkâr bir gücün sembolü olarak boy gösterdi.”[4]

Yüzyıllar boyunca Balkanlar’da hüküm sürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu, hem yöneticiliği hem de oraya yerleştirdiği Türkler ve Müslümanlar çerçevesinde çeşitli Balkan milletlerinin eserlerinde işlenmiştir. Balkan edebiyatının önemli temsilcilerinden Sırp İvo Andriç’le Yunan Nikos Kazancakis’in birer romanında Türk kimliğiyle ilgili unsurlar tespit edilip, Türk ve Müslümanların hangi yönleriyle, niçin romanlarda yer aldığı yorumlanmıştır.

 

 

İVO ANDRİÇ, DRİNA KÖPRÜSÜ

 

İvo Andriç’in[5] yazdığı Drina Köprüsü[6] romanı Türkler ve Müslümanlarla ilgili çok ilginç gözlemler yer alır.

Drina Köprüsü’nde, bir Boşnak kasabası olan Vişegrad’ın XVI-XX. yüzyıllar arası tarihi anlatılır. Romanın baş kahramanı köprüdür. Sokollu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı bu köprü üç yüz elli yıllık bir döneme tanıklık etmiştir. Romanda köprünün yapılışı, Osmanlı’nın zayıflaması, Sırp isyanları, su baskınları, Bosna’nın Avusturya tarafından işgali, Balkan Savaşı, Avusturya-Sırbistan Savaşı gibi tarihî olaylar anlatılır. Fakat bunlar, hikâyeleri anlatılan insanların arkasındaki mizansendir.[7]

Günümüzde hem insanlık hem de tarihî açıdan bir trajedinin yaşandığı Bosna’nın, psikolojik, sosyal, politik ve ekonomik yapısını anlayabilmek için bu romanın okunması gereklidir. Ayrıca Osmanlı’nın çöküşünü anlayabilmek ve bunların sebeplerini görmek de mümkündür.

Milletlerin birbirlerini tanımaları ve milletler arası ilişkilerde kültür alışverişinin tesbiti açısından edebî eserlerde imaj incelemelerinin önemi büyüktür. Bu romanda da yüzyıllarca Osmanlı’nın yönetiminde kalan Balkanlar’da yetişmiş bir yazarın Türklere, daha doğrusu Osmanlı’ya bakışı hayli ilgi çekicidir. Aşağıda da görüleceği üzere Türk-Osmanlı kimliğine sahip şahıslar ya idarecilerdir ya din adamlarıdır ya da Müslümanlaşmış olanlar ve Türk göçmenlerdir. Bu yüzden yazarın Osmanlı’ya bakışında ağırlık yönetme-yönetilme çerçevesindedir. Ayrıca Sokollu Mehmet Paşa’yı bir Sırp olarak görüp, kendilerine mal etmeye çalışan bir Sırp milliyetçisinin dile getirdiği düşünceler de dikkate değerdir.

Fakat bunlara geçmeden önce romandaki Türklük ve Osmanlılıkla ilgili unsurları şöyle maddeleştirebiliriz:

1.      Osmanlı eserleri. Bu gruba Osmanlı mimarîsinin bir örneği olan Drina Köprüsü’nü, kervansarayı, Bâki’nin kaleme aldığı köprünün kitabesini dahil edebiliriz.

2.      Türk ve Osmanlı kimliğini taşıyan şahıslar:

a)      Yöneticiler,

b)      Dinî liderler,

c)      Türk, Müslüman ileri gelenler,

ç)    Türk, Müslüman halk.

3.      Yazarın Osmanlı devlet anlayışıyla ilgili düşünceleri. Buraya Osmanlı idaresindeki toplumun sosyal ve ekonomik hayatıyla ilgili unsurları da katabiliriz.

4.      Efsaneler, masallar, atasözleri, türküler, inanışlar.

 

Sırasıyla bu unsurları ele alalım.

1.      Osmanlı eserleri

Birinci grupta yer alan Osmanlı eserleri arasında en önemlisi Sokollu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı Drina Köprüsü’dür. Köprüye bağlı olarak anlatılan hikâyelerle aslında Yugoslavya tarihinden belirli kesitler okuyucuya sunulmuştur. Fakat romanın baş kahramanı bir Osmanlı eseri olan köprüdür. Burası stratejik açıdan da önemlidir: “Bosna’yı Sırbistan’a oradan da daha uzaklara, Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki bölgelerine, hatta tâ İstanbul’a kadar bağlayan biricik bağdır.”[8] Hristiyan ve Müslüman  halkın yaşantısında köprünün bir hayli fazla rolü vardır: “Bu kasabada oturanların yaşamı bu köprüyle, kapiyasının üstünde, çevresinde ya da onunla ilgili olarak gelişir, akıp gider. Özel ya da genel yaşantıda, her geçen konuda, masallarda, her zaman ‘köprü üstünde’ sözü duyulur.”[9] Hristiyan çocukları daha bir haftalıkken buradan geçerler, çünkü burada vaftiz edilirler; Müslüman çocuklar da çocukluklarının büyük bölümünü burada balık tutarak, güvercinleri yakalayarak geçirirler. Köprünün kurulduğu dönemle ilgili anlatılan hikâyeleri, masalları ezbere bilirler. Köprünün “kapiyası” ise  Evliya Çelebi olduğu düşünülebilecek bir Türk yolcusunun gezi notlarında bile övgüyle söz edilmiştir.

Drina’ya bir köprü kurulması ise devşirme olarak yetiştirilmiş Sokollu Mehmet Paşa’nın çocukken ailesinden koparılması sırasında duyduğu iç sızısı yüzündendir: “(...) eğer uzaklarda kalan Drina’dan içinde çeşitli acıların toplandığı salı kaldıracak, bu sarp ve ıssız kıyıları, ırmağın kestiği yolları bir köprüyle birleştirecek olursa, belki bu acıdan kurtulabileceğini düşündü. Aynı zamanda doğduğu ve yaşamının bir bölümünü geçirdiği topraklarla Bosna’yı da doğuya bağlamış olacaktı.”[10] Yazar dini, yurdu ve yaşantısı tamamen değişen Sokollu’nun bu köprüyü yaptırmasını bir vicdan borcu olarak gösterir. Osmanlı’da, devlet ileri gelenlerinin, kurdukları vakıflar aracılığıyla, memleketin imarına ve kültürüne hizmet etmeleri ise devam etmiştir. Bunun en önemli sebebi ise merkezî otoriteye, yani saraya karşı güçlenebilecek devlet görevlisi veya halktan şahısların ekonomik ve siyasî tehdit oluşturmasını engellemektir. Merkez dışında biriken gelirler, bu şekilde yapılan harcamalarla tehlike yaratmamıştır. Böylelikle, Batı’da görülen burjuva sınıfının Osmanlı’da oluşması, merkezî otoriteyi korumak için engellenmiştir.

Köprünün yakınındaki kervansaray, Osmanlı’nın gerileme dönemine kadar en parlak dönemini yaşar. Topraklar kaybedilince, vakıf gelirini yitiren han, önce “mütevelliler”in şahsî gayretleri ile ayakta kalır. Ama sonra terk edilir ve yıkılmaya başlar. Avusturya’nın Bosna’yı işgali sırasında top atışlarıyla yerle bir edilir. Hanın yerine kurulan kışla bile halk arasında Taş Han adıyla anılır.

Mermer kitabede ise güzel bir yazıyla Türkçe, manzum olarak köprüyü yaptıranın adı ve tarihi vardır. Manzume, Bâki tarafından yazılmıştır. Yazara göre “Bâki, âhenkli hafif manzumeler yazarak büyük anıtlar yaptıran ya da onaran büyüklere sunardı. Onu yakından tanıyan ve kıskananlar, ‘onun üstüne yazı yazmadığı yalnız gök kubbe kaldı’  derlerdi. Ama o da (para kazanmasına bakmayarak) daima bir beddua gibi her şâirin yakasına yapışan sefaletin pençesinden kurtulamıyordu.”[11] Bu kısımdan anlaşıldığı kadarıyla yazar Bâki’yi sadece kitabelere manzume yazan bir şair olarak görür.

Kitabe, âdeta hayatın geçiciliğini, zamanın akışını, sanat eserlerinin insandan daha uzun yaşadığını belirtircesine, romanın ayrı zaman dilimlerinde, bir leit-motiv olarak kendini gösterir.

 

2.      Türk ve Osmanlı kimliğini taşıyan şahıslar

İlk grup Türk yöneticileridir. Bunlar arasında Âbit Ağa, Ârif Bey, Sokollu Mehmet Paşa, mimar Tosun Efendi yer alır.

Âbit Ağa, köprünün yapımında görev alan ilk idarecidir. Köprünün bir an önce bitirilmesini ister. Hristiyanları zorla köprü yapımında çalıştırır. İşçilere para vermez. İşi savsaklayanlar ise fena hâlde dövülür. Âbit Ağa, kendisini, kan dökmekten çekinmeyen, katı yürekli bir adam olarak ahaliye tanıtır. Dürüst olmadığı için etrafındakileri korkutur. Sadrazamın gönderdiği paraları kendi kesesine atmaktadır.

Zulümden bıkan köylüler ise köprünün periler tarafından bitirilmesinin istenmediğini etrafa yayarlar; bir yandan da gece köprüde tahribat yaparlar. Yakalanan Karadağlı bir köylü, böyle adî bir işte çalışmanın şerefine yakışmadığını belirtir. Diğer köylüler de “Burada bizim kökümüzü kurutmak istiyorlar. Baldırı çıplaklarla Hıristiyanların köprüye ihtiyaçları yok. Onu isteyen Osmanlılardır.”[12] diyerek onların da isyana katılmalarını istemiştir. Fakat işkence edilip iyice konuşturulduktan sonra kazığa oturtulur.

İvo Andriç, bu bölümü uzun tutmuştur. Bu, hem esere vurucu bir etki sağlar hem de Sırpların Osmanlı’ya isyanlarına haklılık payı çıkartılmasını sağlar. Bu meşruiyet, bizzat haksızlıklara karşı çıkılmalıdır şeklinde bir ifadeyle sağlanmaz, o iğrenç şiddet sahnelerinin etkisiyle hissettirilir.

Yunan asıllı mimar Tosun Efendi tarafından Sadrazam Mehmet Paşa’ya ihbar edilen Âbit Ağa’nın aldığı para, tekrar, köprü yapımında kullanılmak üzere Ârif Bey’e verilir. Ârif Bey ise yumuşak olduğu kadar kararlı, dürüst, hak gözetir bir idarecidir. İşçilere para dağıtır. Fakirlere un, tuz, et ve tatlı verir. İnşaat bitince kasaba halkına ziyafetler düzenler.

Böylelikle yazar, kötü idarecinin yanında iyinin de olduğunu belirtmek istercesine Ârif Bey’i ortaya çıkartır. Ârif Bey olmasa köprü yapılamaz, sosyal düzen sağlanamazdı.

Sokollu Mehmet Paşa, Vişegrad yakınlarında Sokoly köyünden devşirme olarak İstanbul’a götürülmüş bir Hristiyan çocuğudur. Hristiyan aileler çocuklarını saklamalarına rağmen yeniçeri ağası istenilen sayıda çocuk toplamıştır. Çocukların arkasından anaları, babaları, kardeşleri koşarlar. “Müslüman yapılmak, sünnet edilmek üzere yabancı diyarlara götürülen çocukların ardından sürükleniyorlardı. Artık onlar dinlerini, asıllarını, yurtlarını unutmaya, ömürlerini yeniçeri ocaklarında ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun önemli başka işlerinde geçirmeye mahkûmdurlar.”[13] Romanın sonuna doğru, milliyetçiliğin kimliği belirleyen temel unsuru olduğu bölümlerde, Sırp milliyetçisi gençler Sokollu’yu bir Sırp olarak değerlendirirler: “Bizim kanımızdan olup yabancı bir imparatorun hizmetinde yükselenlerin ne birincisi ne de sonuncusudur. Biz İstanbul, Roma ya da Viyana’da devlet adamı, asker ve sanatçı olarak bu ayarda yüzlerce insan verdik!.. Milletimizin büyük gücü ve modern bir devlet biçiminde birleşmesinin anlamı budur ki, şimdiden sonra değerlerimiz ülkemizde kalacak... Burada gelişecek ve genel kültüre katkıyı yabancı merkezlerden değil, buradan ve bizim ismimizle yapacak.”[14] Milliyetçi hareketlerle oluşan bu düşüncelerin kendi içinde haklılığı vardır. Fakat tarihî şartların getirdiği yapılanmaları da yine kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. Sokollu Mehmet Paşa, bir Türk’ten, bir Müslüman kökenliden belki daha fazla Osmanlı’ya hizmet etmiştir. Ne Hristiyan asıllı olduğu için yerilmiştir ne de Sırp olduğu için. Osmanlı’nın, birçok kavmi yüzyıllar boyunca idaresinde bulundurmasının sebepleri arasında bu da vardır. Sokollu’nun devlete hizmeti esas alınmıştır, etnik kökeni değil.

Sokollu Mehmet Paşa’nın hayatıyla ilgili eserler yazan Radovan Samarcic ve Giovanni Sagredo ise, Sokollu’nun devşirildiğinde 16 veya 18 yaşında olduğunu yazmaktadırlar. Bu da aslında devşirme için epey geç bir yaştır. Bayo Sokoloviç, o dönemde eğitim ve yükselme açısından bir araç olan devşirmeliği çok iyi kullanmış, sadrazamlığa kadar yükselmiştir. Radovan Samarcic’in kitabında yoksul ailelerin, çocuklarının yükselip hayatlarını kurtarması için devşirme eminlerine rüşvet verdiklerini bile yazmıştır.[15]

Dinî liderler ise romanda zamanın akışı içinde yerlerini bir başkasına bırakırlar. Fakat her dönemde Hristiyan, Müslüman ve Yahudi dinî liderler arasında bir düşmanlık görülmez. Hatta Vişegrad Müslümanları ile arası bozulan Rahip Nikola’yı Molla İbrahim saklar. Savaş bitince dost olurlar. Onların dostluğu halk arasında “papazla hoca gibi sevişiyorlardı” sözünün çıkmasına yol açar.

Molla İsmet ve Davut Hoca, kervansarayın idaresiyle uğraşırlar. Bosna’nın Osmanlı idaresinden çıkmasını yaşayan Ali Hoca ise işgalci güçlere karşı çıkmanın anlamsız olduğu düşüncesindedir. Karamanliya’nın emriyle kulağından köprüye çivilenir. Onu işgalci askerler kurtarır. Hayatının son döneminde ise değişiklikleri kabul etmeyen ender Müslümanlardan biri olur. Bu yönüyle son derece softadır. Yeni fikirleri tartışan Hristiyan gençleri azarlar.

Türk ve Müslüman ileri gelenleri tarihî akış boyunca romanda yer alırlar.  Hacı Ömer, dürüst bir Müslümandır. Çocukları olmadığı için karısı ona fakir bir genç kız bulur, evlenir ve çocuğu olur. Avgada Osmanoviç ise kızı Fato’yu, Mustafa Bey’in oğluna vermek ister. Kızı istemez, fakat o inat edince, Fato kendini köprüden aşağı atar. Bu trajedi efsaneleştirilip yıllarca anlatılır. Hatta Fato’nun güzelliğinin anlatıldığı bir de türkü söylenir. Karamanliya, işgalci Nemselilere karşı kasabayı savunmayı bir türlü Ali Hoca’ya kabul ettiremez. Kasabadakiler de ona arka çıkmayınca mecburen göç eder. Zaten Türklerin büyük bir kısmı ya içerilere göç eder ya da Bosna’da toplanır.

Bosna’daki üç cemaatten biri olan Müslüman halk da romanda bir başka kamuoyunu oluşturur. Savaş dönemlerinde Hristiyanlara karşı cephe alırlar fakat sosyal hayatın devamı için karşılıklı nezaket gösterirler. Vişegrad’ın Hristiyan denetimine geçeceğini anlayan Müslümanların çoğu kasabayı terkeder; hâlbuki Hristiyan halk askerlerden uzak durarak, onlardan sakınarak kasabada yaşamaya devam eder.

 

3.      Yazarın Osmanlı devlet anlayışıyla ilgili düşünceleri

Yazar Hristiyan ve Müslüman cemaatlerin hayatını anlatırken aralarında bir düşmanlık bulunmadığını sergiler. Soğukluk ve sürtüşme, Osmanlı’nın Bosna-Hersek’i gözden çıkarması ile başlar. Özellikle Sırp isyanları döneminde selâmlaşır, konuşurlar; karşılıklı nezaket ve saygı göstererek sosyal bağların sürmesine yardım ederler. Fakat Sırpların, savaşın kendi lehlerine sonuçlanması için dua ederken, Müslümanlar da tam tersi için dua ederler.

Bosna, Avusturya’nın idaresine geçip demiryolu yapılmaya başlanınca eşya ve erzak fiyatları da yükselir. O zaman, özellikle ihtiyarlar, gerek genel gerek özel hayatın en mükemmeli saydıkları Türklerin idaresindeki dönemi ve o zamanın huzurunu ararlar.

Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilişi vakıf sistemini alt üst etmiş, sipahiler zor durumda kalmıştır. Kimsenin olmayan ve herkesin malı sayılan kervansaraylar bakımları yapılmadığı için konaklanamaz bir hâle gelir. Kasabadaki han da bu akıbete uğrar.

Sokollu’nun ölüm haberi kasabaya aylar sonra gelmiştir. Yazara göre “Osmanlı İmparatorluğu kötü haberlerin, felâketlerin ağızdan ağıza yayılmasından hoşlanmazdı. Hatta o felâket komşu bir ülkede geçse bile. Zaten o çağlarda sadrazamın ölümünden uzun uzun söz etmek kimsenin işine gelmiyordu.”[16] Haberleşme olanaklarının son derece kısıtlı olduğu bir dönemde elbette ki sağlıklı haberler alınamayacak ve dedikodu hakim olacaktır. Buna karşı devletin tedbir alması da gayet normaldir.

İvo Andriç, Sırp isyanları dönemini anlattı bölümde, yönetme ve yönetilmeyle ilgili psikolojik tahliller yapar. “Devletin başında olanlar, yönetmek için zor kullanmaları gerekli olanlar, her zaman ölçülü davranmak zorundadır. Eğer tutkularına kapılarak ya da düşmanlarınca mecbur edilerek ılımlı davranışların sınırları dışına çıkacak olurlarsa, kaygan bir yola sapmış, böylece düşmelerini hazırlamış olurlar. Oysa zarar görenler ve sömürülenler, zekâlarını ve çılgınlıklarını istedikleri gibi kullanabilirler. Bu, onların sömürenlere karşı kâh sinsice, kâh açıkça kullanabildikleri iki silahtır.”[17] Bu tahlil, Balkanlar’daki isyanlar sırasında çetecilerin vahşetlerini elbette ki mazur gösteremez. Özellikle Ömer Seyfettin’in Sırp ve Bulgar komitacılarının yaptıklarını anlattığı hikâyeler bu açıdan önemlidir. Devlet, güçlü olmalı ama aynı zamanda adaletli hükmetmelidir. Aksi hâlde ezilmişliğin şiddeti vahşete dayanır.

Yazar Sırp isyanları sırasında Bosna’daki Hristiyan-Müslüman savaşını kastederek şu tespitte bulunur:”Bosna’da iki din arasında yüzyıllardan beri süren bu büyük ve tuhaf savaşta din kisvesi altında toprak, iktidar, kendi hayat görüşü ve dünyayı yönetiş biçimi için de çarpışıyorlardı. Birbirlerinin sadece kadınlarını, atlarını, silahlarını değil, şarkılarını, şiirlerini bile çalıyorlardı.”[18] Hakikaten bu dönemde “Ali Bey genç bir beyken / Bir kız bayrağını taşıyordu” şarkısı değiştirilerek “Corc genç bir beyken / Bir kız bayrağını taşıyordu” şeklinde söylenir. [19]

 

4.      Efsaneler, atasözleri, türküler, inanışlar

Romanın çevirmeni Hasan Âli Ediz, romanın dipnotlarında Sırpça’ya geçmiş Türkçe kelimeler belirtir. Bunların yanında Sırpça’da kullanılan “üç şey saklanmaz, aşk, öksürük, yoksulluk”, “yeni gün, yeni nafaka” atasözlerinin de Türkçe’deki anlamlarında kullanıldığını kaydeder.

Şeyh Turan efsanesi, Balkanlar’ın fethi sırasında Vişegrad yakınlarında şehit düşen Şeyh Turan’ı anlatır. “O büyük bir kahramanmış ve küffar ordusuna karşı Drina geçidini korumuş (...) bir gün yine küffar ordusu gelecek olursa, tümseğin altından kalkarak onlara yolu kapatacakmış. Buna karşılık, gökyüzünden bazan bu toprak yığınına nur inermiş.”[20]

Karamanliya da işgalci Nemse ordusuna karşı Şeyh Turan’ın mezarından kalkıp, onların yolunu keseceğine inanır.

Yazar, yeni Müslümanlaşanların dinî açıdan daha mutaassıp olduklarını belirtir. Hatta genç kızlar bile bahçeye peçeyle, çarşafla çıkarlar. Müslümanlardaki tevekkül inancı da yer yer Müslümanların özelliklerini belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Bunlar cemaatlerin dıştan görünüşünün belirgin özellikleri olduğu için romanda yer almıştır. Bu özellikler cemaatlerin kimliklerini belirlemektedir.

 

NİKOS KAZANCAKİS, EL GREKO’YA MEKTUPLAR

 

Nikos Kazancakis[21], eserlerinde modern ve evrensel bilgeliği tanımlamak amacıyla antik çağ temalarıyla halk edebiyatı temalarını kullanmıştır.

El Greko’ya Mektuplar[22], yazarının önsözünde de belirttiği gibi kendisinin insanlar, fikirler arasında izlediği yolu anlatır. Yazarın tam bir biyografisi olmasa da eserin kahramanı yazardır.

Bir Yunanlı yazarın Türklere bakışını görmek açısından seçilen bu eserde Türklükle ilgili unsurlar İslamiyet’le de birleşir. Bunları dört ana grupta ele almak mümkündür.

1. Türk-Yunan Savaşı’yla ilgili unsurlar. (Buna tarihî unsurlar da denebilir.)

2. Günlük hayatla ilgili unsurlar.

3. Mekânla, coğrafyayla ilgili unsurlar.

4. Dinî unsurlar.

 

Bu unsurları sırayla ele alalım.

1. Tarihî unsurlar

Yazar, Yunanistan’ı, özellikle Girit’i sürekli yüceltir. Orasının kendi vatanı olması yanında, kendi ruhî ve fikrî “tırmanış”ı ile Girit’in Osmanlı’ya karşı mücadelesi birleşerek Giritlilik metafizik bir kavrama dönüşür. Yazara göre Yunanistan, Doğu ile Batı arasında neredeyse merkezdir. “Doğu’dan ve Batı’dan kuvvetler yükselir, çatışan iki kuvvetin arasında daima Yunanistan vardır ve o fırıldak olur. Batı, mantık ve araştırmanın töresine uyarak dünyayı fethe kalkışır. Doğu’ysa, korkunç bilinçaltı kuvvetlerince itilerek dünyayı fethetmek üzere ileri atılır. Yunanistan’a gelince, bunların arasında, dünyanın coğrafî ve psikolojik kavşağı olarak, yine bileşim yolunu bulmak suretiyle, bu iki dev atılımı bağdaştırmakla görevlidir.”[23]

Yunanistan’ı merkezde gören bu anlayışın tarihe bakışı da bu şekilde olacaktır. Çökmekte olan Osmanlı ile savaş da bu açıdan farklı anlamlar kazanır: “Artık mücadele eden Girit’le Türkiye değil, İyi’yle Kötü, Işık’la Karanlık, Tanrı’yla Şeytan’dı. Hep aynı, ebedî mücadele.”[24]

Bu bakış açısı, Batı Avrupa’da geçmişi olan bir düşüncedir. Fransa’da XVI. Louis döneminin despotizmine isyan eden Aydınlanma düşünürleri, Petro ve Katerina idaresi altında modernleşen Rusya’yı hayranlıkla alkışlarlar. Ansiklopedistler arasında Voltaire ile Diderot, şiddetli Rus hayranıdırlar. Osmanlı-Rus savaşını aydınlıkla-karanlık, barbarlıkla-uygarlık arası bir savaş olarak nitelendirirler.[25]

Girit’in Osmanlı’dan ayrılmak için mücadele ettiği sıradaki Girit toplumunun da panoraması çizilir: “Doğduğumdan beri, görünen ve görünmeyen bu korkunç atmosfer içinde soluk alıp veriyordum: Mücadele! Hıristiyanlarla Müslümanların birbirlerine ters ters, yan yan baktıklarını ve kızgın bir halde bıyık burduklarını, nizamislerin sokaklarda tüfeklerle gelip gittiğini ve Hıristiyanların bu sırada homurdanarak kapılarını kapadığını görüyor, ihtiyarların toplu halde ölümlerden, kahramanlık ve savaşlardan, özgürlükten ve Yunanistan’dan söz ettiklerini dinleyerek derin ve sağır bir hayat sürüyor, bütün bunların manasını anlamak ve güçlenip mücadeleye katılmak için büyümeyi bekliyordum.”[26]

Yaşlı çete reisleri maceralarını gençlere anlatarak onlarda da Türklere karşı düşmanlık duygularının oluşmasını sağlarlar: “Ben kenarda durur onu dinlerdim: Savaşlar, katliamlar, saldırılar... Meğalo Kastro gözden silinir, karşımda Girit’in dağları yükselir, hava haykırmalarla dolar, Hıristiyanlar haykırır, Müslümanlar haykırır, gözlerim gümüşten çakmaklı tüfeklerle ışıldardı. Bu, güreşen Türkiye’yle Girit’ti. İkisi de bağırıyor, beynimin içi kanla doluyordu.”[27]

 Türklere karşı kin aşılayan eski çete reislerinin yerine şimdi Yunan okullarında ders kitaplarının olduğu da yeri gelmişken belirtilmelidir.

Roman kahramanı daha çocukken babası ona asılan insanları gösterir. Eve döndüklerinde ise kendilerini bekleyen annesine “ibadete” gittiklerini söyler. Yazar, babasının bu davranışını şu şekilde yorumlar: “Artık babamın bu vahşice davranışlarını anlamaya başlamıştım; o yeni pedagojiyi uygulamıyor, en eskisini en insafsız olanını ve soy’u kurtaracak tek pedagojiyi izliyordu. Kurt da yavrusuna diyalektiğini aynı şekilde anlatır, onu korur ve kendisine kovalayıp öldürmeyi, tuzaklardan hile ya da yiğitlikle kaçmayı öğretir. Güç anlarımda bana yardımcı olan dayanma ve inadı babamın bu haşin pedagojisine borçluyumdur.”[28]

Yazarın çocukluğu Girit’in bağımsızlık için mücadele ettiği bu kargaşa döneminde geçer. Bir gün, Müslümanlar,  köyün birinde Hristiyanların büyük bir ağayı öldürmelerine çok kızarlar. Hristiyanlar silahlanır ve ayaklanma çıkacağı söylentisi yayılır. Başı sarıklı erkekler, kadınlar, tencereleri, tekneleri ve eşekleriyle yolda koşarak giderken Hristiyanlar,  Türkler geliyor diye evlere kapanır, silahlanırlar. Rumlar katliam korkusu yaşarlar. Baba, kapının arkasında, elde tüfek şöyle seslenir: “Eğer kapı kırılır, içeri girerlerse, ellerine düşmemeniz için önce sizi keseceğim.”[29] Herkes buna razıdır ve beklerler.

Yazarın dedesi 1878 İhtilâli’ne katılmıştır: “Dedem iyice ihtiyarladığında, 1878 ihtilâli sırasında gözleri kördü, hâlâ yaşıyordu ve savaşmak üzere dağlara çıktı; ama Türkler onu kuşattı, kement atarak yakaladılar ve Savatlana Manastırının kapısı önünde ölümle cezalandırdılar; bir gün, kilisenin küçük penceresinde, keşişlerin muhafaza ettiği, üzerine büyük kandilin kutsanmış yağı sürülü, parlak ve savaşırken kılıç darbeleriyle kesilmiş kafatasını gördüm.”[30]

Yüzyılların getirdiği Hristiyanlık-İslâmiyet mücadelesi ve yönetme-yönetilme ilişkisi Rumların kafasında, Türk-Müslüman tipi oluşturmuştur. Adeta kendi kahramanlıklarını bu düşmana karşı gösterdikleri zaferlerle ispatlayacaklardır. “Dedem olsa, Yahudi çarmıhçıları düşünerek korsan gemisine biner, Müslüman gemileriyle kapışmak için boğazları tutar, hırsını böyle alır ve hafiflerdi. Babam, kısrağına atlar, kâfirlere saldırır, akşam üzeri savaştan döner, Hıristiyan düşmanlarının kanlı sarıkların Çarmıha Gerilmiş’in tasviri altına sıralardı; o da böylece, kendi usulünce hafifler ve İsa’yı yüreğinde dirilttiğini hissederdi.”[31]

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere tarihî şartların oluşturduğu olaylarla, Türk-Müslüman düşmanlığı birleştirilmiş yer yer şoven duygularla yer yer de hürriyet fikriyle okuyucuya sunulmuştur.

Herkül Millas, Türk Romanı ve Öteki adlı kitabında, romanı Türkçe’ye çevirenin bazı şeyleri, Türkleri rahatsız etmemek için ayıkladığını, Türkçe yayına almadığını belirtir: “Girit ve Türkler’i, kilisede gördüğü Meryem Ana ile ona saldıran Şeytan’a benzetir (68)[32] Ayrıca Türklerin geldikleri yerlere, yani Orta Asya’ya gönderilmesiyle ilgili düşünce, Türkçe yayında da bulunmamaktadır: “Birçok Yunan romanında adı geçen ‘Kızıl Elma’ burada da görülür. Yunan ‘Kızıl Elma’sı, Türkiye’dekinden farklı, Doğu’da bir yerdedir. Türkler’in kovalanacağı, en sonunda varacakları yerdir. Yine çocuğun anlattığına göre Yunan ordusunun Girit’e geldiği duyulunca, Rumlar sevinçle “Türk’ü Kızıl Elma’ya dek kovalayacağız” diye bağırırlar (44). ‘Tarihsel Türkler’ bu romanda Giritli Yunanlılar’a kötülük ederler. Bir ağa Hristiyanlar’ı yük hayvanı gibi kullanır, başka bir Türk bıçağıyla bir Rum’u kovalar, kıyımlar tezgâhlanır, Türkler dedelerimizi öldürmüştür, ninelerimizin göğüslerini kesip koparmışlardır vb. denir (32, 87, 110).[33]

 

2. Günlük hayatla ilgili unsurlar

Türklerde de görülen bir âdete Giritlilerde de rastlanır. “O zamanlar, akşam üzerleri erkek tarladan dönerken kadının ılık su hazırlaması eğilip ayaklarını yıkaması, Girit köylerinin eski bir âdetiydi.”[34]

Bu âdetin Türklerden mi Rumlara, Rumlardan mı Türklere geçtiği sorusu ise ancak eski kaynaklar ve bu âdetin yaygınlığı araştırılarak cevaplandırılabilir.

Koku duyuları çok gelişmiş olan yazar Hristiyan ile Türk’ün kokusunun farklı olduğunu belirtir. Özellikle komşuları olan Türklerin kokularını anlatır. Türk mahallesinden bahseder.

“Hıristiyanla Türk’ün kokusunu, hiç yanılmadan birbirinden ayırırdım, evimizin karşısında sevimli bir Türk ailesi oturuyordu; hanım bize ziyarete geldiği zaman, kokusu başımı döndürür, bir dal fesleğen koparıp koklar, yahut da bir amber çiçeğini burnuma sokardım. Fakat bu Fatme hanumun dört yaşlarında bir kızı vardı; ne Türk ne de Rum kokusuydu bu ve benim çok hoşuma gidiyordu.”[35]

İlk çocukluk aşkı da komşu kızı Emine’dir. Annesinin evde olmadığı vakitlerde kapılarının basamaklarını güç bela atlayarak kızın yanına gider. Birlikte çoraplarını çıkarıp, çıplak tabanlarını dövüştürürler. Ayaklarının temasından ilk olarak cinsel sıcaklığı hisseder.

İmaj araştırmalarında öteki toplumun kadını çok önemli bir yer tutar. Eğer milliyetçi bir bakış açısıyla yazılmışsa, karşı tarafın kadınları o anlatının kahramanına âşık olur. Destanlarda kale kapısını açar, âşık olduğu düşmanına yardım eder. Düşmanın kadını elde edilecek, talan edilecek ganimettir. Karşı tarafın kadını hep hafif meşreptir. Bu durum, Türk romanlarında Yunan, Rum imajıyla ilgili çalışmalarda da ortaya çıkar. Aynı şekilde Yunan romanlarında Türklerle, Müslümanlarla ilgili imajlarda da.[36]

Biraz büyüyünce de tenha sokakta rastladıkları Müslüman çocukları arkadaşlarıyla birlikte olup döverler. Yunan bayrağının renkleri olan mavi çizgili beyaz fanilalar giyerler.

Bir kış akşamı ise acıdıkları ihtiyar bir Türk hamala her Rum çocuğu fanilasını, gömleğini veya yeleğini verir. Düşmüş insana acımanın, milliyetçilikten uzak bir duygu olduğu hissettirilir.

Bazı Türk isimleri, romanın aslında olduğu gibi kullanılmıştır. Bunlar arasında Fatme Hanum, Sürmelina (Sürmeli’nin dişil ifadesi), nizamis vardır. Nizamis, çevirmenin dipnotuna göre, Rumca’da Türk askeri anlamına gelir.[37]

Mübâdele döneminde Türkiye’ye göç eden Giritli Müslümanlar da, Türkiye’deki Cumhuriyet askeri için aynı kelimeyi kullanırlardı. Bu kelime “nizâm-ı cedit”ten gelmiş olmalıdır.

Amane ise Rumların içinde aman kelimesi çok geçen Türk şarkılarına, gazele verdikleri isimdir.

 

3. Mekânla, coğrafyayla ilgili unsurlar

Yazarın çocukluğunun geçtiği Girit’te de, daha sonra göç ettikleri Naksos adasında Türk mahallelerinin varlığından bahsedilir. Bunlarla ilişkilerin derecesi üzerine fazla bilgi verilmez. Türk komşularla olan bir iki komşuluk münasebetinden bahsedilir, o kadar.

Bir bölümde ise yazarın Türk mahallesinden geçerken duyduğu Türk şarkısının etkisinden bahsedilir: “Bir gece uyku tutmadı, Türk mahallesinden geçerken, bir kadın sesinin sarsıcı bir ihtirasla bir Anadolu amanesi söylediğini duydum. Karanlık, boğuk, çok derin bir ses kadının böğründen çıkıyor, geceyi yakınma ve ümitsizlikle dolduruyordu.”[38]

Haremle ilgili Batı’da yaygın olan imaj ise burada da tekrarlanır: “Eskiden her akşam harem bahçesinde yeni yıkanmış, kokular sürünmüş, göğüsleri açık kadınların sıralandığını ve Sultan’ın inip elinde bir tanesini seçtiğini duymuştum. Sultan’ın elinde bir mendil olurmuş, bunu her kadının koltuk altına sokar, koklar ve o akşam için hoşuna giden kadını seçermiş.”[39] Yazar, burada Oryantalizm’in en tipik tarzını gerçekleştirmiştir. Edward Said’in Oryantalizm kitabında da vurgulandığı gibi Batı, Doğu’yu fethedilecek kadın vücudu şeklinde görür, gösterir. Fakat burada üzerinde durulması gereken nokta, Batı diye belirttiğimiz emperyalist Batı Avrupa ülkeleridir. Osmanlı yönetiminden bağımsızlığını kurtarıp toprak genişlemesini, Osmanlı’ya, Doğu’ya doğru gerçekleştirdiğini, bu noktada düşünmemiz gerekir.

Sosyal yardım amacıyla Kafkasya’ya giderken gemi İstanbul açıklarında durur. Yazar, İstanbul’u önce duygularına kapılmadan tasvir eder: “Yunan kıyılarını ardımızda bıraktık ve bir sabap puslu denizle gökyüzü arasında solgun benizli İstanbul göründü.

“Hafif bir yağmur yağıyordu, minareler bembeyazdı; serciler batık bir şehrin direkleri gibi gökyüzünü delerek yükseliyor ve Ayasofya, Saraylar, yarı yıkık imparatorluk surları yavaş yavaş yağan ümit kırıcı yağmur altında kayboluyordu.[40]

İstanbul’u daha yakından göremeyen arkadaşları üzülmesine rağmen yazar üzülmez. Yağmurdan dolayı şehri yeterince göremediğinden, efsaneleşmiş surların önünde kafası aşırı dileklerden alevlenmez. Aslında yazar, çocukluğundan beri Yunan milliyetçiliğinin etkisindedir, fakat hayatının o döneminde Bolşeviklerle tanışmıştır ve hayata farklı gözlerle bakmaya başlamıştır, bu yüzden İstanbul’a milliyetçi bir Yunanlı olarak bakmaz.

 

4. Dinî unsurlar

Yazar, kendisinin de belirttiği gibi İsa’nın, Budha’nın, Lenin’in ve Odysse’nin çok etkisinde kalmıştır. Gençliğinde Hristiyanlık çileciliğine başlamadan önce Müslümanlarla tanışmış, Hristiyanlık’la İslâmiyet’in aynı Tanrı’ya tapmakta ortak olduğunu farketmiştir. Girit’in o bölgesinde Mevlevîlerin olduğu düşünülürse yazarın karşılaştıklarının da bunlar olduğu anlaşılabilir.

“Dervişlerin yaşadığı ve her cuma günü raksettikleri küçük bir tekkede durduk. Çapraz kapı yeşildi ve üst tarafında bronzdan yapılmış açık bir el vardı; Muhammed’in kutsal işaretidir bu. İri, beyaz çakıllar döşeli ve tertemiz bir avluya girdik. (...) hücrelerden birinin içindeki bir derviş bizi gördü, yaklaştı, elini göğsüne, dudaklarına ve alnına götürerek selâm verdi. Uzun mavi bir cübbesi ve yünden yapılmış sivri beyaz bir külâhı vardı.”[41]

Yazar burada cübbenin mavi olduğunu belirtir fakat iki sayfa sonra yazarın yanındaki rahip “ben de siyah cübbeli bir dervişim” der. Bunun sebebi mavi ve beyaz renkleri kullanarak, bunları Yunanlılaştırma gayreti olabilir.

Derviş ile rahip ve yazar arasında raks üzerine bir sohbet başlar. Derviş “raksedemeyen kimse dedi, ibadet edemez. Meleklerin ağzı var, sesi yoktur; Tanrıyla raksederek konuşurlar.”[42]

Rahibin dervişe, Tanrıya ne isim verdikleri sorusu ise “ah diye” cevaplanır “Allah değil ah diye çağırırım.”[43]

Rahibin, tarikatın yönteminin ne olduğu sorusu ise şu şekilde cevaplanır: “fakirlik, fakirlik... Hiç bir şeyimiz olmayacak, hiç bir şey bize ağırlık vermeyecek... Tanrı’ya çiçekli bir patikadan gidelim... Gülme, raks ve neşe elimizden tutup bizi götüren üç başmelektir.”[44]

Rahip ise bunların Aziz Françesko’nun tarikatıyla çok benzeştiğini belirtir. Aziz Françesko da raksederek göklere yükselir.

Rahip de yazar da oradan aynı Tanrı’ya tapmanın huzuru içinde ayrılırlar.

Görüldüğü üzere yazar, yüzyılların getirdiği şartlanmışlık içinde Türklere ve Müslümanlara düşman gözüyle bakar. Onlarla savaşmak, yiğitliğini denemek için bir fırsattır. Ama Türkler aşağılanmaz, küçük görülmez. Tersine güçlü olduğu için kinle anılır ve bu kin yeni nesillere aşılanır. Müslümanlara hoşgörülü yaklaşım ise ancak din adamlarının yakınlaşması ile olur. Çünkü ibadet farklı olsa da iki din da aynı Tanrı’ya tapar.

 

SONUÇ

 

Bu iki romanda Türk kimliği hem tarihi hem de kültürel yönden yer almıştır. Ayrıca Türk Osmanlı kimliği yer yer baskıcı devlet yönetiminin sembolü, yer yer de huzurla birlikte yaşanılan farklı geleneklere, inanışlara sahip komşular olarak işlenmişlerdir. Türk imgesi, Avrupa’daki baskıcı, istilacı, korkunç Türkler şeklinde ele alındığı gibi, huzurla birlikte yaşanılan barışçı, üretken, bilge, âdil insanlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ötekileştirmenin olmazsa olmazı olan kadın unsuru da bu iki romanda da çeşitli yönlerden ele alınmıştır. Makalede, bu noktalarda yoğunlaşıp Balkanlar’daki Türk kimliği, Balkan edebiyatının bu tipik iki sanat eseri üzerinden yorumlanmıştır.

Bu romanlarda, öteki kavramı, kimlik oluşturma çerçevesinde, sömürgeciliğe dayalı öteki olarak değil, kendi kimliğini belirginleştirmede bir karşı taraf olarak vardır denebilir. Burada, karşı tarafın imajına göre kendi kimliğini ifade etme, belirginleştirme önemlidir.

 

 

KAYNAKÇA

 

Aksoy, Nazan, Batı ve Başkaları, Düzlem Yayınları, İstanbul, 1996.

Aytaç, Gürsel, Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Gündoğan Yay., Ankara, 1997.

Donbay, Ali, “Karşılaştırmalı Edebiyat Araştırmalarının Yeni Türk Edebiyatındaki Gelişme Çizgisi”, Turkish Studies, vol. 8, summer 2013, p. 491-550.

Enginün, İnci, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1992.

Gürol, Ümit, İtalyan Edebiyatında Türkler, İmge, Ankara, 1987.

Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, Kültür Tarihinin Kaynakları, Kültür Bakanlığı Yay., Ank., 1993.

Karakartal, Oğuz, Türk Edebiyatında İtalyanlar, Eren Yayınları, İstanbul, 2002.

Kartarı, Asker, Farklılıklarla Yaşamak, Kültürlerarası İletişim, Ürün Yay., Ankara, 2001.

Kefeli, Emel, Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000.

Kerman, Zeynep, 1862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo’dan Türkçe’ye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir Araştırma, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, (1978).

Kolcu, Abdurrahman, “İvo Andriç ve Drina Köprüsü Romanı”, TÜBAR, XIV, Güz 2003, s. 220-245.

Kula, Onur Bilge, Alman Kültüründe Türk İmgesi, 2 cilt, Gündoğan Yay., Ankara, 1992, 1993.

Kumrular, Özlem (yay. haz.), Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2. basım, İstanbul, 2008.

Millas, Herkül, Türk Romanı ve “Öteki”, Ulusal Kimlikte Yunan İmajı, Sabancı Üniversitesi Yay., İstanbul, 2000.

Özçelebi, Ali, Romantik Fransız Yazınının Türkiye İmgesi (1830-1855), A. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyat Bölümü, Erzurum, 1983.

Öztürk, Ali Osman, Alman Oryantalizmi, 19. Yüzyıl Alman Halk Kültüründe Türk Motifi, Vadi Yay., Ankara, 2000.

Parla, Jale, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İletişim Yay., 1. bs., İst., 1985.

Rousseau, A. M.; Pichois, Cl., Karşılaştırmalı Edebiyat, çev. Mehmet Yazgan, MEB Yay., İst., 1994.

Said, Edward, Oryantalizm (Doğubilim) Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. Nezih Uzel, İrfan Yay., 4.bs., İst., 1998.

Sönmez, Necati, “Ivo Andriç:Şovenizmin Kıskacında Bir Yazar”, Virgül, sayı: 14, Aralık 1998, s. 54-57.

Uğurcan, Sema, “İvo Andriç’in Eserlerinde Türk Kültürünün İzleri”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, yıl: 25, Ekim 1996, sayı: 4, s. 261-278.

Ünlü, Selçuk, 19. Yüzyıl Alman Edebiyatında Türkiye ve Türkler, Selçuk Üniversitesi, Konya, 1988.

Wheatcroft, Andrew, Korkunç Türk Batı’nın Gözüyle Osmanlı, çev. Gülçin Aldemir Somuncu, Aykırı Yay., İstanbul, 2004.

Yusuf, Süreyya, “Sırp-Hırdavat Dilinde Türkçenin Etkisi ve Ivo Andriç’in Bir Öyküsünde Kullanılan Türkçe Sözcükler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1969, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara, 1969, s. 283-287.

 

 

 

 


[1] Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde, 10-13 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlenen, Sanatta Kimlik ve Etkileşim, Uluslararası Sempozyum’da 11 Mayıs 2010’da sunulan, “Drina Köprüsü ve El Greko’ya Mektuplar Adlı Romanlarda Türk Kimliğinin Yansıtılması Üzerine Yorumlar” başlıklı bildirinin genişletilmiş hâlidir.

[2] Herkül Millas, Türk Romanı ve “Öteki”, Ulusal Kimlikte Yunan İmajı, Sabancı Üniversitesi Yay., İstanbul, 2000, s. 3.

[3] Alain Servantie, “Batılıların Gözünde Türk İmajının Geçirdiği Değişimler”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2. basım, İstanbul, 2008, s. 69.

[4] Charles Sabatos, “Tutsak Ulus: Slovak Edebiyatında Bir Baskı Metaforu Olarak Türkler”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2. basım, İstanbul, 2008, s.

[5] İvo Andriç, Bosnalı bir Sırp ailenin çocuğu olarak Travnik’te 1892 yılında dünyaya gelir. Delikanlılığının büyük bir kısmı da bu romanına konu olan Vişegrad kasabasında geçer. Yugoslavya’nın birliği idealini geç yaşta benimser. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Slavların birliğini sağlamaya çalışan bir gençlik örgütüne girer ve Birinci Dünya Savaşı sırasında tutuklanır, hapsedilir. Viyana, Zagreb, Krakov ve  Graz üniversitelerinde felsefe, Slav tarihi ve edebiyatı okur. 1918 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılıp Yugoslavya kurulunca Andriç, diplomatlığa başlar; İkinci Dünya Savaşı’na kadar çeşitli ülkelerde konsolosluk ve elçilik yapar (“İvo Andriç”, Büyük Larousse Ansiklopedisi, C. 1, Gelişim Yay., s. 604.).

[6] Andriç, Bosna tarihini anlatan hikâyeleri ile tanınır (Ali Cercelez’in Yolu). Travnik Kroniği, Drina Köprüsü ve Matmazel adlı üç romanı ile ünü perçinlenir. Bu eserlerinde Bosna’nın, Osmanlı'dan günümüze kadar gelen tarihini, kasabalarını, halkını, efsanelerini, ülkülerini, tutkularını anlatır. Doğu ile Batı arasındaki bir ara dünya olan Bosna’da Fransisken keşişten, Müslüman savaşçılara, tüccarı, köylüsü, Ortodoks papazı, Avusturyalı subayı ve Fransız diplomatıyla tarihî gerçeğe uygun bir halk tablosu çizer. İnsanın durumuyla ilgili düşünceleri, ölçülü anlatımı, işlediği konuların etkileyiciliği ile 1961’de Nobel edebiyat ödülünü kazanır. (İvo Andriç, Drina Köprüsü, çev. Hasan Âli Ediz, Nuriye Müstakimoğlu, Altın Kitaplar Yay., yayın tarihi yok, s. 8.)

[7] Andriç, a.g.e., s. 8.

[8] Andriç, a.g.e., s. 19.

[9] Andriç, a.g.e., s. 20.

[10] Andriç, a.g.e., s. 35.

[11] Andriç, a.g.e., s. 86.

[12] Andriç, a.g.e., s. 44.

[13] Andriç, a.g.e., s. 33.

[14] Andriç, a.g.e., s. 309.

[15] Radovan Samarcic, Dünyayı Avuçlarında Tutan Adam Sokollu Mehmed Paşa, Yeni Binyıl Yay., İstanbul, 1996, s. 8-13.

[16] Andriç, a.g.e., s. 89.

[17] Andriç, a.g.e., s. 106.

[18] Andriç, a.g.e., s. 110-111.

[19] Andriç, a.g.e., s. 110.

[20] Andriç, a.g.e., s. 25.

[21] “Nikos Kazancakis, 1885 yılında Girit’in Héraclion şehrinde doğdu. Atina Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Paris’e gitti, ünlü filozof Bergson’un derslerini izledi, batılı felsefecilerden çeviriler yaptı. Balkan Savaşı’na gönüllü olarak katıldı. Savaştan sonra Aynaros’da inzivaya çekildi. 1918-1922 arasında Nietzche’nin güzergâhını izleyerek Almanya’yı dolaştı. Rusya’ya iki defa gitti. Avrupa’dan Uzakdoğu’ya kadar dolaştı. Romanlar, tiyatro oyunları, şiirler yazdı. Eserlerinden bazılarını (Toda Raba, Kayalı Bahçe) Fransızca olarak kaleme aldı. Dante’nin İlâhî Komedya’sını Yunanca’ya çevirdi. İkinci Dünya Savaşı sonunda, Kazancakis, siyasete atıldı ve Yunanistan’da bir parti kurdu. Ama siyasî mücadeleler onu kısa sürede hayal kırıklığına uğrattı; beklediği ilgili göremeyince bir daha ülkesine dönmemeye karar verip Fransa’ya gitti ve Akdeniz kıyılarındaki Antibes şehrine yerleşti. 1957’de Almanya’da öldü.” Nikos Kazancakis, El Greko’ya Mektuplar, çev. Ahmet Angın, E Yayınları, 1. baskı, İstanbul, 1975, s. 3.

[22] Nikos Kazancakis, El Greko’ya Mektuplar, çev. Ahmet Angın, E Yayınları, 1. baskı, İstanbul, 1975, 586 s.

[23] Kazancakis, a.g.e.,  s. 194.

[24] Kazancakis, a.g.e., s. 69.

[25] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yay., İst., t.y., s. 81.

[26] Kazancakis, a.g.e., s. 68.

[27] Kazancakis, a.g.e., s. 70.

[28] Kazancakis, a.g.e., s. 95.

[29] Kazancakis, a.g.e., s. 92.

[30] Kazancakis, a.g.e., s. 27-28.

[31] Kazancakis, a.g.e., s. 71.

[32] Millas, a.g.e., s. 312.

[33] Millas, a.g.e., s. 312-313.

[34] Kazancakis, a.g.e., s. 31.

[35] Kazancakis, a.g.e., s. 43.

[36] Millas, a.g.e., s. 342-351.

[37] Kazancakis, a.g.e., s. 68.

[38] Kazancakis, a.g.e., s. 54.

[39] Kazancakis, a.g.e., s. 172.

[40] Kazancakis, a.g.e., s. 485.

[41] Kazancakis, a.g.e., s. 166.

[42] Kazancakis, a.g.e., s. 166.

[43] Kazancakis, a.g.e., s. 166.

[44] Kazancakis, a.g.e., s. 167.

 
 
448967 ziyaretçiburayı ziyaret etti
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol