“Ne Cadı, Ne Vampir Türkleri Albıs Korkutur”, söyleşi: Muharrem Kaya, haz. Hale Kaplan Öz, Kültür Ajanda, sayı: 5, nisan 2014, s. 70-75.
Türk mitolojisine olan merakınız ne zaman başladı? Araştırmalarınız derinleştikçe sizi yerli kültür kodları ile ilgili olarak en çok etkileyen ve merakınızı tetikleyen unsur ne oldu?
Üniversitede halk edebiyatı, halk kültürü derslerinde Aydın Oy adlı hocamız, bazı geleneklerin, inanışların kökeni, nereden geldiği hakkında bilgiler verirdi. Kerem ile Aslı hikâyesinde kendiliğinden yanma motifinden tutun da halk inanışlarının kökenindeki animistik inanışlara kadar pek çok şey de derslerde geçiyordu. İlk olarak orada başladı, daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nde asistan olup burada bu dersleri ben vermeye başlayınca, bu konuları derinliğine öğrenip anlatma başladım.
Öğrencilerin ilgisini derse çekebilmek için de, gündelik hayatta karşılaştıkları geleneklerin, inanışların kökenlerini, nereden nereye geldiklerini, içeriklerinin nasıl değiştiğini açıklıyorum. En güzel öğrenme yöntemi öğretmek için öğrenmekmiş, bunu yaşadım, hâlâ da yaşıyorum.
Mesela gece neden tırnak kesilmez, deyince ilk akla gelenler hep akılcı sebepler. Karanlıkta iyi göremediğimiz için etimizi kesebiliriz. Daha önce çok büyük makaslarla, köy yerlerinde hayvan yünü kırkma makaslarıyla da tırnak kesiliyormuş, bir kaza olmasın diye gece kesmiyorlarmış. Ama Orta Asya’dan taşınan kültürel unsurlar konusuna girince de bunun aslında, gece karanlığında, yer altındaki Erlik’in kötü ruhlarının yer yüzüne çıkmasıyla ilgili olduğunu fark ettim. Şamanistik inanışlarda, insanların canının kemikte bulunduğu, kemiğin uzantısı olan tırnağı, bu kötü ruhlar ele geçirirse o insanın canını da yer altına indireceği karşımıza çıkıyor.
Bir başka örnek de eşik cini inanışı. Evin eşiğinde niye durulmaz, çünkü gelen geçen insana engel olursun; cereyanda kalır, hastalanabilirsin; kısmetin kapanır; eşik cini çarpabilir. Yine bu inanışın temeline baktığımızda, tabiatta her şeyin bir ruhu olduğu inanışı, yani animizim karşımıza çıkıyor. Eski Türklerde ve Anadolu halkında, ev İyesi inanışı var. Evi koruyan ruh, evin dedesi veya evin bahçesindeki kara yılan ya da bir kedi olarak cisimleştiriliyor. Bu koruyucu ruhun makamı da evin eşiği. Eski Türklerdeki bu inanış, Anadolu’ya bu şekilde taşınmış. Ahmet Yaşar Ocak’ın heterodoks zümreler dediği Alevi-Bektaşi geleneğinde de cem evlerinin eşiği de Hz. Ali’nin makamı olarak görülüyor. O eşiğe de saygı gösteriliyor.
Hızır’ı ben çocukluğumdan beri peygamber olarak bilirdim ama Kur’an’da adı geçen peygamberlerden olmadığını öğrendiğimde şaşırmıştım. Bir de üstüne üstlük Yakut mitolojisinde, tabiat tanrısı Ürün Aar Toyon’un özelliklerinin aynen Hızır’da görüldüğünü okumak beni, halk inanışlarının kaynaklarına sistematik olarak bakmaya yöneltti.
Türk mitolojisi dersini seçmeli ders olarak açtırmak istediğimde, ilk gelen tepkilerden biri de “Türklerde mitoloji var mı, hadi söyle bakalım, Türklerde Adalet Tanrıçası var mıdır” şeklindeydi. Çok ünlü bir hocamız söylemişti bunu ve beni mitoloji dendiğinde sadece Yunan mitolojisi anlaşıldığını gösteren çarpıcı bir andı. Her millet gibi Türkler de dünyayı, evreni, tabiat dönüşümlerini, insanı, insan ilişkilerini açıklamak için düşünce üretmişlerdi ve bu ilk düşünceler, ilkel bir dünya görüşü, ideoloji olarak mitolojiyi oluşturuyordu. Eski Türklerin de insan ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları vardı; adalet kavramını onlar da üretmişlerdi ve karı koca adalet tanrıları vardı, hatta onların yazmanları bile Yakut mitolojisinde işleniyordu.
Açıkçası bu tür şeyler bir tür kültür arkeolojisi yapmak gibi geliyordu bana. Daha sonra bu konularda Şerif Mardin gibi sosyologların, Bozkurt Güvenç gibi kültür bilimcilerin, antropologların, Özkul Çobanoğlu, Yaşar Kalafat gibi halk bilimcilerin de kafa yorduklarını görmem bu konuların hiç de göründüğü gibi basit olmadığını kanıtladı.
En genel hatlarıyla anlatmamız gerekirse Türklerin korku kültürlerinin, nasıl şekillendiğini söyleyebiliriz?
Korku, her insanın içinde var olan bir durum. Belirsizlikler, şaşırtıcı değişiklikler, başarısız olmak kaygıları korkunun temelini oluşturmuş.
Antropologlara bakarsak, böceklerden, yılanlardan korkmamızın sebebi insanların ilk çağlarda mağaralarda yaşarken, bu varlıklarla yaşam alanlarını paylaşmak zorunda kalmaları.
Al karısı, albıs, hal anası denen hayali varlıkları, doğum sonrasında mikrop kapıp, lohusa humması denen hastalığa yakalanmayı açıklamak için kullanmışız. Şimdiki bilgimizle bunun yeterli hijyeni sağlayamayınca oluştuğunu; doğum sonrası travma denen psikolojik zorlanmadan kaynaklandığını anlıyoruz. Ama bu kadar bilgiden haberdar olmayan eski Türkler için bunu kötü ruhlar yapıyor.
Vücudumuz uyanırken, böbrek üstü bezlerimiz, adrenalin salgılar, eğer beyin vücuttan önce uyanırsa, hareket etmeye çalışır ama vücut buna uymaz, bu da basma dediğimiz durumu oluşturur. Bunu kötü ruhların, kamosun yaptığına inanıyor, bu tıbbi bilgilere sahip olmayan insanımız.
İnsanların canının, gökte bir yıldızda saklı olduğunu düşünüp, yıldız kaydığında, yıldızım yerinde diyor Anadolu’daki insanlarımız. Bunu alter ego (öteki ben) olarak adlandırıyoruz ve canın saklı olduğu yer olarak masallarda bile karşımıza çıkıyor.
Hayatın, tabiatın, insanın belirsizliği, bilinemezliği korkuyu da getirmiş. Türkler bunu yeri geldiğinde yer altı tanrısı Erlik’le, körmöslerle, Yalmavuz’la, al karısıyla, şubat karısı, enkebirle açıklamaya çalışmış. Korkularının cisimleşmiş şekilleri olarak bunlarla ilgili efsaneler oluşturmuşlar. Bunları yok edebilmek için dua etmeye, hatta büyü yapmaya çalışmışlar. Halk bilimi bunların yüzlerce örneğiyle doludur.
Türkler, bu korkuları yenebilmek için yeri geldiğinde fal bakmayı, kum falından, kürek kemiği falına kadar geliştirmişler. Kurşun dökme, hastalıklara karşı bir tür teşhis eylemi olarak, bir ölçüde de ölümün ne zaman geleceğini belirleyebilmek için geliştirilmiş.
Mitoloji, doğal olguların, kişilik ve işlev yüklenmiş şeklidir. Tabiatın, hayatın, evrenin belirsizliği, insanın korktuğu şeyler, cisimleşmiştir diyebiliriz. Kısacası animistik unsurlar, ruhlar, korkularımızın nesneleri haline dönüşür.
Peki bu korku imgeleri tarihsel süreç içerisinde nasıl bir değişim göstermiş? Hâlâ aynı etkinlikte toplum içinde varlığını sürdüren korkulardan bahsetmek mümkün mü?
Türklerin tarihine baktığımızda bu konuyla ilgili genellemeler yapabiliriz. Göktürkler, Hunlar, avcı-çoban savaşçı toplumlar, onların hayatı kötü ruhlardan sakınma, iyi ruhlara şükranlarını sunma şeklinde biçimlenmiş. Uygurlar tarıma geçmiş, onların inanışlarına baktığımızda hem animistik, şamanistik unsurlar var hem de Hint inanışları etkileri var. Anadolu’ya kitleler halinde gelen Türkler ise bilindiği gibi on birinci yüzyılda Moğolların önünden kaçıp Hazar gölünün güneyinden geliyorlar. Bu dönemde İslâmiyet’le tanışıp daha önce Müslümanlaşan Arap, Fars toplulukların kültürleriyle de karşılaşıyorlar. Hepimizin bildiği bu süreç, bugün Türkiye’de yaşayan bizlerin kültürel kodlarını da oluşturuyor. Yani hem Orta Asya’dan taşıdıklarımız var hem İslâmî kültürden aldıklarımız var hem de Anadolu’da karşılaştığımız kültür tabakası var.
Bu süreç içinde baktığımızda eski korkular, yeni inanış örtüsüyle, yeni terminolojiyle devam ettirilmiş. Mesela yer altı tanrısı Erlik, kör şeytan olarak İslâmî terminolojiyle birlikte yaşıyor. Özellikle konar göçer kültür aşamasından yerleşik kültüre geçememiş topluluklarda bu tip imgeler varlığını koruyor.
Mesela, eski animistik inanışlar, tabiattaki varlıkların içinde bir ruh olduğu inanışı, evlerin, ören yerlerinin, madenlerin içinde iyeler olduğu şeklindeki inançlar, İslâmî terminolojiyle, cinler diyerek devam ediyor. Onların bulunacağı düşünülen yerlere “destûr” diyerek giriliyor.
Günümüzde bu animistik unsurlar, hâlâ yaşıyor mu, tabii ki eskisi gibi değil. Artık yaygın örgün eğitim, Türk insanının inanışlarında da daha akılcı bir yapı oluşturdu.
Size bu konuyla ilgili bir örnek anlatmak istiyorum. 2007 yılında efsane derlemeleri için İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Birgi beldesinde derlemeler yapıyordum. Oradaki yaşlı bir keçe ustasına evrenin, dünyanın yaratılışıyla ilgili bildiği efsaneler var mı diye sorduğumda, bana “evlat bunların hepsi safsata, işin aslı şu. Evren önce gaz ve toz bulutuymuş, o patlayınca dünya oluşmuş.” diye Bing Bang Teorisi’ni anlatmaya başlamıştı. İlk düşündüğüm şey, ilkokula bile gitmemiş 70 yaşındaki bu ustanın, bu bilgileri nereden biliyor olduğu sorusuydu. Daha sonra bunları genç yaşında devam ettiği Halkevi kurslarında edindiğini öğrendim.
Bunun gibi pek çok örneği, saha araştırmalarımız sırasında gözlemledik. Okullar, kurslar, televizyonlar, gazeteler, eski mitolojik inanışları, korkuları, korku imgelerini törpüledi. Artık bu konularda derleme yaparken, eskiler böyle inanırlarmış diye anlatıldığını gözlemliyoruz.
Vampir, hayalet ya da uzaylı gibi Batı kültürüne has ögeler, filmlerde dahi Doğu toplumlarının ilgisini çekmiyor, bu tür yapımlar rağbet görmüyor. Siz bunu en temelde neyle açıklıyorsunuz?
Batı kültüründe bu konularla ilgili epey yazı yazılmış. Hem teorik incelemeler şeklinde hem de sanat eserleri düzeyinde eserlerle karşılaşıyoruz. Bizde ise bu konularla ilgili yeni yeni yazılar yazılıyor, dergiler özel sayı çıkartıyor.
Öncelikle şunu belirteyim. Batı’da bu tip korku edebiyatı, Aydınlanmacıların katı akılcılığına tepki olarak başlamış. Bir de Hıristiyan kültüründe ilk günah ve günah çıkartma geleneği var. İlk günah insanda daha baştan kirlenmişliği, günahkârlığı ve bundan kurtulmak için arınma çabalarını, vaftizi, korkuları, sakınmaları beraberinde getiriyor. İçinde kötüyü de tutan iyinin çatışmasını da işlemişler. Korku edebiyatı, aristokratların sıkıcı boş zamanlarında heyecan kaynağı olarak işlev üstlenmiş. Daha sonra da bilimle, sanayiyle gelişen Batı emperyalizminin metaforu olmuş. Günümüzde ise bir tür kaçış edebiyatı, sanatı olarak görülüyor. Edebiyat, sinema, resim başta olmak üzere çeşitli sanat dallarında alt türleri gelişmiş durumda.
Bizim kültürümüzde, edebiyatımızda da korku unsurları var. Halk inanışlarında, masallarda, efsanelerde bunları görüyoruz. Gulyabaniler, üç harfliler, devler, kapoz, mayısa, al karısı, Hıbılık, Arap gibi unsurlar var. Osmanlı döneminde yazılan kitaplarda, bunlarla ilgili minyatürler de var. Metin And’ın hazırladığı Minyatürlerle Osmanlı-İslâm Mitologyası adlı kitapta bunlardan bazılarını görüyoruz. Kitapta, çeşitli coğrafya kitaplarında veya Acaibü’l-Mahlûkât, Metâliü’s-Saade, Tarih-i Hind-i Garbî, Falnâme, Ahvâl-i Kıyamet, Da’vetnâme, Süleymannâme gibi kitaplarda bulunan minyatürlerden örnek verir. Yecüc Mecüc, Dabbetü’l-Arz, Vakvak Ağacı, ejderha, cinlerin anası 37 yüzlü Şehretü’n-Nâr, Şahmaran, Esbâr, Kirşsâr, Dû Peyker, Zagsâr, Erbe, Nesnâs, Mâlûf gibi çeşitli varlıkların adları ve minyatürleri bu kitapta yer almıştır. Bunların eski kültürümüzde korku unsurları olduğu görselleştirildiği pekala söylenebilir.
Ama bunların Batı kültüründeki gibi işlenmesi görülmez. Bunun en önemli sebebi İslâmî kültürde, Hıristiyan inanışlarının tersine ilk günah düşüncesinin olmaması gösterilir. Ayrıca Batı kültüründe şeytan kavramı, yaratıcıya karşı, yeryüzündeki bir güç şeklindedir. Bir tür negatif enerji gibi görülür, saygındır. Bu yüzden Satanizm bir düşünce olarak Batı’da görülebilirken, bizde bundan bahsetmek mümkün değildir. Şeytan, Müslüman kültüründe, yer altında olan ve saygı gösterilmeyen bir varlıktır.
Bütün bunlara rağmen 1990’dan sonra korku edebiyatı, korku filmleri bizde de popülerlik kazandı hatta üretilmeye bile başlandı. Bunun sebebi öncelikle romanın bir Batılılaşma aracı olarak 19. yüzyıldan 1970’li yıllara kadar kullanılmasıdır. Son derece politik olan 1970’lerden sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle edebiyatın siyasetten uzaklaştığı görülür. Bireyin dünyasının anlatılması popülerleşir. Bir eğlence aracı olarak korku edebiyatı, korku filmleri de tüketilmeye başlanır.
Bu topraklarda, ürperti veren yaratıklar ya da insanoğlunun kendi iç dünyasında oluşturduğu korkular sanat eserlerine ne ölçüde yansımış?
Siz, ben, bu tür korku sanatından hoşlanmıyor olabiliriz ama bunları tüketen insan sayısı epey fazla. Bunu nerden anlıyoruz? Türk sinemasında hızla korku filmleri yapılmaya başlandı. Korku romanları arttı.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani, Cadı, Mezarından Kalkan Şehit, Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda, Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi adlı romanlarıyla başlayan korku romanları; Sadık Yemni, Erdem Katırcıoğlu, Hakan Bıçakçı, Osman Aysu gibi yazarların 1990’lı yıllardan itibaren yazdığı romanlarla hızla artarak devam eder.
Bu romanlarda bireyin korkuları da işlenir; geleneksel korku unsurlarının gizem oluşturmak için kullanıldığı da görülür; sadece gerilim yaratma amaçlı atmosfer kurmak için de korku unsurları kullanılır. Fantastik, bilim kurgu, polisiye yer yer beraber işlenir.
Aynı şekilde, görsel unsurları kullanma gücü sebebiyle, çeşitli filmlerde korku unsurlarının kullanıldığını görürüz. Okul, Küçük Kıyamet, Cin Geçidi, Dabbe, Büyü, Üç Harfliler Marid, Semum, Dönüşüm, Girdap, Kuma, El-cin, Araf, Musallat, Ada, Gen bu filmler arasında. Geleneksel kültürümüzdeki korku unsurlarını, ses ve görsellikle harmanlayan bu filmler, meraklılarına seslenmekte. Hatta televizyonlarda bile gösterilen, korku filmlerinin parodisini yapan Kutsal Damacana- İtmen, Destere bile yapıldı.
Benim ‘Türkler, korku ve sanat’ dendiğinde aklıma gelen en önemli isim Mehmet Siyah Kalem. Siz bu büyük ressamın eserlerini ve dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyah Kalem’in minyatürlerinde hem âyin yapan şamanlar hem de onların bağlantı kurduğu cinlerin bulunduğu yorumlanır. Onun eserlerine baktığınızda eski Türk inanışlarının güçlü olduğu bir kültürel ortamda bunları ürettiğini anlayabiliyoruz. Şamanların yüksek dağlara çıkıp âyinlerini gerçekleştirirken çizdikleri kaya resimleri de aynı kültürün ürünleridir. Bu minyatürlerin o kaya resimleriyle birlikte değerlendirilmesinde fayda var.
Bu örnekleri diğer sanat dallarını da içine katarak çoğaltmak mümkün mü?
Yukarıdaki cevaplarda bu konuyla ilgili bilgi vermiştim.
Yakın dönem çalışmalarınızdan bahsederek bitirebiliriz. Nasıl bir eserle okur karşısına çıkacaksınız?
Şu sıralar Türk mitoloji ve destan kahramanlarının biyografik hikâyelerini, Joseph Campbell’ın modeline göre yorumlamaya çalışıyorum. Özellikle Manas destanına yoğunlaştım. Manas’ın çocukluğundan ergenliğine, oradan yetişkinliğine, onun erdemli bir kahraman olmaya giden sürecini açıklamaya çalışıyorum. Neden zor doğumla karşılaşıyoruz, kahraman ad alabilmek için kan döküp baş kesmek zorunda mı, simgesel de olsa neden ölüp tekrar diriliyor, neden ak sakallı ihtiyarlar ona yardımcı oluyor, bir kültür kahramanı olarak kadının asıl kahramana etkisi nedir gibi sorular etrafında kahramanın doğumundan ölümüne giden süreci ele alıyorum.
Doç. Dr. Muharrem Kaya
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
|