GELENEKTEN ÇAĞDAŞA MODERN TÜRK SANATINDA KÜLTÜREL BELLEK SERGİSİ
Doç. Dr. Muharrem Kaya
Sergide Türk resminde gelenek ve modernliğin ana tema olduğunu öğrendiğimde, Halk Bilimi dersinde halk resminden de bahseden bir hoca olarak bu sergiyi görmek istediğimi söyleyerek konuşmaya başlayayım. Sergiye giderken de aklımda, geleneksel Türk resminin kapsamına nelerin girdiği, İslâm’da resim yasağının niye olduğu, halk resminin konularının çağdaş sanatçılara nasıl ilham verdiği gibi konular vardı.
İslâm sanatında resim ve heykelin gelişmemesinin sebebi icaz geleneğine ve gölgesi düşecek tasvirlerin yasaklanmasına dayandırılır. Bilindiği gibi tasavvufta Allah’ın görüntüsünün bütün evrende tecelli ettiği inanışı vardır. Buradan hareketle, insanın ancak bu güzellikleri daha iyi anlatabilmenin dışında bir gücü olmadığı vurgulanır. Hatta bir mucize olan Kur’an-ı Kerim yazılmış en güzel, en mükemmel kitaptır, orada herşey bulunur, insan da ancak orada anlatılanları anlamaya çalışmalı, başka şeyleri sorgulamamalı ve onun dışına çıkacak şeyleri yazmamalıdır diye kısaca belirtilebilecek icaz geleneği düşüncesi de bizde nesirin, romanın gelişmemesinin en önemli sebebi olarak gösterilir.
Tasvir yasağının temeli de hernekadar Hıristiyanlık’taki ikonoklazma hareketine dayandırılsa da putperestiğe karşı tek tanrılı bir din olan İslâmiyet’in, putperestliği çağrıştıracak, gölgesi olan, yani üç boyutlu tasvirler, heykeller yapılmasını engellemesi de kendi içinde tutarlıdır. Gerek resim gerek heykel şeklinde yapılan insan tasvirlerinin de onu çizen, yapan insandan ahirette hesap soracağı da bir halk inanışı olarak yaygındır. Burada insan tasviri yapmanın, Allah’a şirk koşmaya kadar giden bir düşünce bağlantısı da yine bilinen unsurlardandır.
Bütün bunlara rağmen İslâm kültürü içinde süslemeci bir sanat da var olmuştur. Tabii ki üç boyutlu insan figürünün dışlandığı, çizilen insanların da gerçeğe yakın değil, adeta basmakalıp görüntülerle, temsili olduğu da bilinir. Zaten sanatkâra düşen de Allah’ın yarattığı bu güzellikleri daha da güzel bir şekilde sanatında dile getirmektir. İslâm sanatına süslemeci denmesinin sebebi budur.
Bu sebeplerden dolayı geleneksel Türk-İslâm sanatı dediğimizde, minyatür, hat, ebru, tezhib ilk akla gelenlerdendir. Dini resimde özellikle harflerle resim yapmak, vav’larla kayık, besmele yazısıyla kuş, Mevlana’yı oluşturan harflerle bir Mevlevi çizmek çokça karşımıza çıkar. Hurufilerin düşünce dünyasını oluşturan unsurlardan birisi olarak, insan yüzünde Hz. Ali’yi oluşturan harfleri görmeleri sonucunda harflerle insan yüzü çizmek de çok yaygındur. Bunların dışında Kâbe, aslan, derviş, hayat ağacı, Fadime Ana eli, Hz. Muhammed’in ayağını temsil eden ayak çizimi de çokça rastlanan dini resimlerdir.
Halk resmi denince de halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, letaifname gibi kitapların taşbaskı nüshalarında orada anlatılan sahnenin temsili bir resmi ilk akla gelen örneklerden. Bunun dışında kahvehane veya konak gibi yerlerde duvarlara, hatta tavanlara çizilen temsili manzara resimleri de anılmalıdır. İstanbul’a hiç gitmeden, İstanbul’u hiç görmeden çizilmiş İstanbul, Kız Kulesi, Rumeli Hisarı, resimleri bile vardır. Çeşitli meslek erbabı, pehlivan resimleri de yine kahvehaneleri süsler.
Geleneksel sanat eserleri arasında çini, ferman, berat, hatta mimari yapıları da sayabiliriz. Sergide bu tür geleneksel unsurların da yer alması, asılla kopyayı, daha doğrusu ilham alınanla, yeniden üretilmiş imgesini karşılaştırmayı sağlamıştır.
Çağdaş Türk sanatında, geleneksel kültürden yararlanma deyince, Hitit, Mısır, Yunan mitolojisiyle ilgili unsurlardan tutun da Şaman davullarındaki çizimlere, Arap alfabesinin kullanılmasından, Anadolu kilim motiflerine kadar pek çok unsurun kullanıldığını gerek sanat tarihçileri gerekse sanat eleştirmenleri saptamışlardır. Hem onların yazdıklarını hem sanatçıların sanatıyla ilgili kendi açıklamalarını okudukça eserin bir yerinde farkettiğimiz, bildiğimiz birşeylere benzetmeye çalıştığımız şekilleri anlamlandırmaya başlayabiliyoruz.
Kendimden örnek vereyim: Adnan Çoker’in tablolarında siyah zemin üzerine yuvarlak, düz kalın çizgilerini anlamlandırmakta zorlanırdım, ta ki onun Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden etkilendiğini, yuvarlakların kubbeye, dik çizgilerin bazan minareye, bazan binanın duvarlarına denk düştüğünü okuyana kadar. Çıplak gözle görülen hacimli geleneksel dini mimari şekillerini, tabloda geometrik, renkli soyut çizgilere dönüştüğünü görünce, ressama ve resmine, sanatına bir kez daha saygı duyuyorsunuz. On yıl düşünsem, uğraşsam yapamam dediğimiz şeylerin usta sanatçılar tarafından çeşitli türevleriyle üretilmesini hayranlıkla seyrediyorsunuz. Sanatın gücü de bu olsa gerek.
Sergideki eserlere gelecek olursak, girer girmez ilk olarak Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun tabloları dikkatimi çekti. Onun hem şair hem de ressam olarak halk kültürüyle nasıl ilgili olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. 1930’lu yıllarda hükumetin sanatçıları yurdun çeşitli yerlerine göndermesi, hem devlet eliyle halkçı bir kültür politikasının uygulamasını oluşturmuş hem de sanatçılar için yerelden evrensele ulaşma düşüncesi çerçevesinde eser üretebilmek amacıyla malzeme toplama imkanı sağlamıştır. Yurt Gezileri kapsamında Anadolu’ya giden Bedri Rahmi, Akademi’nin kalıplaşmış konu ve sanat anlayışı dışında halk resminin, halı, kilim motiflerinin hayranı olmuştur. O yüzden tablolarında kahvehanede türkü söyleyen bir âşığı da, çeşitli kilim motiflerini de kendi üslubuyla işlemiştir. Sergideki çalışmalarında da hem doğrudan kilim parçalarının tabloya yapıştırıldığını hem de o motiflerden hareketle çeşitli geometrik şekillerin çizildiğini görüyoruz. Hatta Bedri Rahmi’nin bir tablosu, artı şeklinde, insanı temsil eden çizim, kilim parçalarıyla oluşturulmuş. Herhalde Anadolu insanının düşüncesinin, hayatının bu şekillere, motiflere aksettiği bu kadar güzel anlatılamazdı.
Tasavvuftan, özellikle Mevlevilikten, Abdülbaki Gölpınarlı aracılığıyla da etkilenmiş olan Erol Akyavaş, bu sergideki tablolarında görülebileceği üzere minyatür ve hat sanatını tablolarında dönüştürerek kullanır. Minyatür sanatında herşey iki boyutlu verilir, insanlar bile uzaklık yakınlık ilişkisine göre değil, hiyerarşideki yerine göre büyük küçük çizilir, her unsur düşünülerek kompozisyona yerleştirilir. Erol Akyavaş, burada gördüğümüz tablolarında minyatürlerin katı disiplinini uygulamaz. Minyatürlerden alınmış insan, bina, bitki, hayvan çizimleri tabloda adeta gelişigüzel serpiştirilmiş gibidir.
Zaten çağdaş sanatçı geleneği tekrar aynen üretmek derdinde değildir. Çeşitli figürleri, şekilleri, konuları kendi üslubuyla yeniden yorumlar. Erol Akyavaş’ın, beyaz büyük bir vav harfini tablonun merkezine koyduğu Hallac-ı Mansur tablosunda da, tasavvuftaki tecelli düşüncesinin görsel bir imge olarak yorumlandığını düşündüm. Asaf Halet Çelebi’nin bir şiirinde bahsettiği iki gözü iki çeşme ağlayan he’ye benzeyen, bir kuğunun başını aşağıya doğru kıvırışı gibi çizilmiş vav, etrafındaki bulutlar ve resmin ortasındaki dünyayı andıran, üzerinde Allah yazılarının olduğu yuvarlak ile bende tecelli düşüncesinin resimsel imgesini oluşturdu. Allah anlamına gelen, Farsça hu kelimesindeki güzel he’nin düşerek sadece vav olarak belirtilmesi Allah’ı işaret etmek amacıyla vav’ın kullanılmasını sağlar. Ayrıca tablonun adı da bunu düşünmemize yol açıyor: Hallac-ı Mansur.
Selma Gürbüz’ün, Orta Asya sanatındaki hayvan mücadele sahnelerini hatırlatan Geyik Başlı Kızlar ve Tilki Masalı adlı çalışmaları, gelenekten etkilenmenin İslâm sanatıyla sınırlı olmadığını gösteriyor. Onun Kırmızı Gölge adlı demirden heykeli ise yine çok tanıdık; Hz. Ali’nin sembolü olan aslanı akla getiriyor. Aslanın yüzündeki, Ali’yi oluşturan Arap alfabesindeki, ayın, lam, ye harflerinin ayrı ayrı yazılmış olması da bu bakışı kuvvetlendiriyor. Aslanın renginin kırmızı olması da onu bir kat daha etkileyici hale getiriyor.
Balkan Naci İslimyeli’nin iki çalışması ise herkese çok tanıdık geliyor olmalı. Yedi Uyurlar efsanesini, Sanatçının 300 Yıllık Uykusunun Resmidir adlı çalışmasında işlemiş. Yedi uyurun hepsinin yüzü sanatçının kendi yüzü. Tıpkı Osman Hamdi Bey’in tablolarında kendi resmini kullanması gibi. Sanatçının, bir anlamda geleneksel kültürle, hemhâl olarak benliğini bulma arayışını sembolize eden çalışmalar bunlar. Everything is Nothing adlı bir başka çalışmasında da derviş kılığında çekilmiş kendi resmini, evrenin, dünyanın çeşitli noktalarında yolculuk ederken kullanmış. Sanatçı, Hz. Ali’nin deve üzerinde kendi tabutunu götürdüğü çok bilinen halk resmini de, Sanatçının Kendi Ölümünü Taşıdığının Resmidir adlı tabloda yine hem deve sırtında hem de onun önünde kendi resmini koyarak dönüştürmüştür. Ayrıca halk hikâyeleri kitaplarındaki resimlerin altına yazılan “….’nın resmidir” şeklindeki kalıbı da kendi resimlerine ad verirken kullanmıştır. Balkan Naci İslimyeli’nin bu çalışmalarının gelenekle olan bağlantısı hemen anlaşılıyor fakat Sır adını verdiği 12 levhaya baktığınızda zorlanıyorsunuz. Siyah zemin üzerinde silik de olsa birşeyler yazılmış ama bunlar anlaşılabilir yazılar değil. O zaman düşünüyorsunuz, acaba sanatçı, mutasavvıfların Allah, kâinat, tabiat karşısında acz içinde, yaratılışın sırrını anlamaya çalışırkenki ruh halini, böyle görülüp ama anlaşılamayan yazılarla mı anlatmak, görselleştirmek istedi? Siyah zemin insanın ezeli bilgisizliğini mi temsil ediyor?
Böyle bir ruh haline Orhan Pamuk’un senaryosunu yazdığı Gizli Yüz adlı filmi seyrederken kapılmıştım. Filmin başından itibaren, seyredilen ama simgesel olduğu için anlaşılamayan sahneler ve sözlerle karşılaşıyorsunuz. Mehmet Rifat’ın deyişiyle “gösterge avcılığı” yapmaktan yorulup ne anlatmak istediğini anlayamayacağıma karar verdikten sonra sadece bir yol hikâyesi olarak filmi izlemiş; filmin bir sırrı ifşa etmek üzerine kurulu ama o sırrı asla açıklamayan, mistik olmak için zoraki çaba içinde olan ve bu yüzden seyircinin filmden koptuğu düşüncesine kapılmıştım.
Bizim sanatçılarımızın ister şiir olsun, isterse resim, heykel, roman, sinema, geleneksel tatlar katacağım diye geleneksel kültürün içeriğinin derinliğine girmeden sadece hikâyesiyle ilgilenmesi sonucunda böyle satıhta kaldığını zannediyorum. Mutasavvıf olmadan tasavvuftan bahsedilebilir tabii ki ama sadece onun kavramlarını kullanmak gibi kuruluğa saplanınca bu etki de yüzeysel kalıyor.
Tasavvuftan etkilenen ressamlarımızdan biri de Ergin İnan. Onun böcekler, renkli taşlar, billur damlalarla bezenmiş tablolarının bir kısmında Mesnevi’den parçalar görünce epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Hem de gayet okunaklı bir şekilde yazılmış, çok güzel seçilmiş metinlerdi bunlar. Ayrıca çeşitli dua kitaplarının sayfaları, hatta büyü amacıyla kullanılan vefkler, bir tür fon göreviyle kullanılmışlardı. Bu malzemelerin kullanılması doğrudan insanı, varlığı sorgulayan mesajları da beraberinde getiriyor. Ergin İnan’ın tablolarında sadece İslâmi unsurlar yok, hatta Hıristiyanların kullandığı yine dua, büyü, tılsım, adak amacıyla da kullanılan çeşitli gümüş tasvirler de aynen yapıştırılarak kompozisyona dahil edilmiş. Sergideki bir tabloda elif harfleriyle, Hıristiyanların adak için kullandığı insan, el figürlerini gördüğümde din farkı olmadan insanın inanç dünyasındaki unsurları tablolarına taşımaya çalıştığını anladım. Sergideki birkaç çalışması da tıpkı Hıristiyanların kullandığı ikonalar gibiydi.
Hem tasavvuftan hem de çağdaş düşünceden, siyasetten etkilenen ve bunları ayırdetmeden bir arada kullanan ressamlardan biri ise İsmet Doğan. Onun kendi kimliğini arama çabası sonucunda çalışmalarına yansıyan dua kitaplarından bölümler, Atatürk, minyatür figürleri, para, Allah, besmele yazıları aslında Türk insanının ruhundaki bu hercümerci anlatmıyor mu? Onun tablolarındaki imgeler aslında pekçoğumuzun beynindeki düşüncelerin resim imgesi haline dönüşmüş hali gibi geldi bana. Ne kadar doğru bir yakınlık kuruyorum bilemiyorum ama Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta İstanbul Boğazı’nın sularının çekildiği gün, ortaya çıkanları anlattığı bölüm nasıl İstanbul’un tarih, kültür, insan katmanlarını, bilinçaltını veriyorsa, İsmet Doğan’ın birbiriyle ilgisiz hatta karmaşa içinde gibi gözüken birbiriyle ilintisiz figürleri de bizim kültürel bilinçaltımızı resmediyor.
Sergide Sabri Berkel’in hat sanatını, Osmanlı mimarisini geometrik şekiller halinde işlediği tabloları, Tomur Atagök’ün Bereket Ana ile günümüz kadını arasındaki benzerlikleri vurguladığı çalışmaları, Hüsamettin Koçan’ın İbrahim Balaban’ın Türk köylüsünü işlediği resimleri, Mustafa Plevneli’nin Nevra Bozok’un mitolojik motifler içeren çalışmaları da burada olsaydı, sergi çok daha zenginleşirdi diye düşünmeden de edemedim.
Sergiden çıktıktan sonra İslâmi konular içeren sanat üretiminin az olmasının sebeplerinin ne olduğu da aklıma takıldı. Bunun bir sebebi resim, heykel karşısında İslâmi çevrelerin taassubu. Bir başka sebebi ise, pek doğru bir terminoloji olmamakla birlikte şu sıralar pek moda olan İslâmi burjuvazinin, sanat eserini bir yatırım aracı olarak görmemesi, talep etmemesi de üzerinde konuşulması gereken bir konu.
Gelenekten Çağdaşa Modern Türk Sanatında Kültürel Bellek, 17 Şubat-23 Mayıs 2010, İstanbul Modern.
|