Atatürk'ün Düşünsel Mirası
DÜNDEN BUGÜNE ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNSEL MİRASI
Sayın Rektör Yardımcılarım, Değerli Hocalarım, Sevgili Öğrenciler ve Misafirler,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi olarak, Atatürk’ün sonsuzluğa gittiği günün 71. yıl dönümünde, onunla ilgili yazılmış şiir, hikaye, roman, anı türünde eserlerden bahsedip, örnekler verip, duygularınızı coşturabilirdim. Fakat Atatürk’ün biz gençlere –ve her zaman genç kalanlara- miras bıraktığı Cumhuriyet ve düşünsel yapı, her zamankinden daha fazla tehdit altındadır. Bu yüzden, sizlere Atatürk’ün hem Türk tarihindeki yerini hem de gündelik hayatımızda sıradan insanlar olarak bizler için önemini bir kez daha hatırlatmak istedim. Çünkü Atatürk’ün erozyona uğratılan düşüncelerini ve oluşturduğu kurumları, bizlerden başka sahiplenip, daha ileriye götürecek güç maalesef kalmamıştır. Zira bizler onun düşünsel çocuklarıyız…
Atatürk’ün gerçekleştirdiklerini daha iyi anlamak için Cumhuriyet öncesi düşünce hayatımıza, Tanzimat, Meşrutiyet dönemlerine, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki gibi düşünce ve siyaset gruplarına bakmamız gerekir. Parçalanma döneminde Osmanlı’yı kurtarabilmek için Osmanlı aydınlarının kurtuluş yolları Osmanlıcılık, İslâm Birliği, Batıcılık ve Milliyetçilik olarak belirtilebilir.
Müslüman olmayan milletlerin imparatorluktan ayrılmalarıyla sonuçlanan isyanların, Balkan savaşlarının sonucunda Osmanlıcılık düşüncesi fiilen çökmüştür. Arnavut, Arap ve Çerkezlerin de Osmanlı’dan ayrılmalarıyla İslam Birliği düşüncesi de Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtulmaya yarayacak bir siyasi reçete olma niteliğini yitirmiştir. Geriye kalan Batıcılık ve Milliyetçilik düşünceleri de Osmanlı’yı askeri, sosyal, ekonomik alanlarda yenilgilere uğratan Batılı ülkeler gibi olmayı amaçlayan siyasi programlar olarak özellikle II. Meşrutiyet döneminde çok tartışılmıştır.
Türk Devrimi, Kemalist Devrim gibi nitelemelerle adlandırılan Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında medeniyetçilik ve laiklik önde gelir. Bu düşüncelerin Osmanlı’da ne zamandan beri tartışıldığına baktığımız zaman Tanzimat döneminde Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi ile başlayan, Meşrutiyet döneminde Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Ziya Gökalp gibi isimlerle devam eden, yazar, gazeteci, düşünürleri görüyoruz.
Avrupa medeniyetinin parlamenter sistemle geliştiğini düşünen Namık Kemal, laik bir cumhuriyeti savunmaz ama “şura-yı ümmet” diye andığı bir tür parlamentonun İslam’daki meşveret sistemine uygun olduğunu ileri sürer. Ali Suavi ise hilafetin kaldırılması, hutbelerin Türkçe okunması ve Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesi gerektiğini yazar.[1]
19. yüzyılda laik, çağdaş eğitimin temelini oluşturacak olan sıbyan mektepleri, orta öğretim seviyesindeki rüştiyeler, lise seviyesindeki idadiler ise ancak, çocukların önce cami dersleri alması koşulunu koyan Şeyhülislam’dan alınan izinle kurulabilmiştir.[2]
Meşrutiyet döneminde Ahmet Rıza, dinin, eğitim, idare ve siyaset üzerindeki nüfuzundan vazgeçtiği laik bir düzeni savunmuştur. Laiklik konusunda en radikal olan ise Abdullah Cevdet’tir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini yazdı; inançlı bir materyalist olarak Müslümanları dinsel dünya görüşlerinden uzaklaştırıp bilime dayanan bir dünya görüşüne yönlendirmeye çalıştı.[3]
1916-17’de şeyhülislam, kabineden ihraç edildi, medrese ve vakıflar üzerindeki yetkileri laik bakanlıklara aktarıldı. Medeni hukukta değişiklikler yapılarak Avrupa uygulamalarına yakınlaştırıldı.[4]
Cumhuriyet’in Atatürk tarafından şekillendirilen temel özelliği olan milliyetçilik özelliği ise ırkçı bir bakış açısından uzak, kültürel milliyetçiliğe yakındır. Daha önce Rusya’dan gelen Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi Türkçü yazarların Pantürkçü milliyetçiliği, Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nda çizdiği çerçeveye uygun hale getirildi. Gökalp her ne kadar kendisi hükûmette olmasa da düşünceleri bizzat Atatürk tarafından uygulandı.[5]
Atatürkçülük, Kemalizm adıyla anılan devrimler ise bir program dahilinde Atatürk’ün liderliğinde yapıldı. Daha önce kendisi düşünse de ortam olgunlaşmadığı için yakın arkadaşlarına bile açmadığı Cumhuriyetin ilanı onun bir devlet kurucusu olarak ileri görüşlülüğünü gösterir. Zira o dönemde yakın arkadaşları bile meşrutiyet türü bir yönetim düşünmektedirler. Fakat alınan kararlarda meclisin onayını bekleyen Atatürk için meşruiyet çok önemliydi. Çünkü o yönetimi, keyfilikle değil millet meşruiyetine bağlı olarak gerçekleştiriyordu. Ayrıca hanedan iradesine dayalı saltanattan, cumhurun, halkın, milletin iradesine dayalı Cumhuriyet’e geçince, halkın yönetime katılması çok doğaldır.
Atatürk, daha sonra gerçekleştirdiği devrim niteliği taşıyan uygulamalarında hep halk meşruiyetini yani meclis onayını aradı.
Atatürk, bütün bunları Batılılaşma programı çerçevesinde gerçekleştirdi. 18. yüzyıl sonundan itibaren başlayan Batılılaşma çabalarında hep bütünün bir parçasını alarak o bütünün değer yargılarının, sisteminin içselleştirileceği zannedilmiştir. Tanzimat dönemi bu parçalılığın doğululukla birlikte yer aldığı bir ikiliği de beraberinde getirmiştir. O dönemden Cumhuriyet’in kurulmasına kadar geçen süreçte Batılılaşmanın pek çok yönü tartışılmıştı. Fakat Atatürk, bütün bu tartışmaları, bir sistem değişikliği haline getirmiştir. Cumhuriyet, bir yönüyle Osmanlı’nın son dönemindeki tartışmaların bir sonucu ama bir yönüyle de tamamen onlardan kopan bütünlüklü bir medeniyet projesidir.
Siyasi alanda saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilan edilmesi, halifeliğin kaldırılması, yeni anayasanın kabulü bu programın devlet sistemindeki en büyük dönüşümün unsurlarıdır. Fakat hem düşünce hem yönetim planındaki en önemli devrim, laikliğin uygulanmasıdır. Bu, eğitim sisteminde dinsel, skolastik öğretilerin dışlanması, laik, çağdaş eğitim kurumlarının oluşturulması, örgütlenmesi şeklinde gerçekleşir. Yani medreseler kapatılır, üniversite kurulur. Modern eğitim yapan meslek okulları açılır.
Halifeliğin, şeriye ve evkaf vekilliklerinin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile öğrenimin birleştirilmesi, tekke, zaviye, türbelerin kapatılması, türbedarlıkların, bir takım unvanların yasaklanması ve kaldırılması hem eğitim hem hukuk hem de sosyal alanda laikliğin uygulama örnekleridir. Temel düşüncesi aydınlanmacılık, akılcılık, pozitivizm olan Atatürk’ün bunu gerçekleştirmesi de doğaldır.
Günümüzde ise Sovyetleri kuşatmak için geliştirilen Yeşil Kuşak politikası sonucunda Türkiye’ye ılımlı İslam rolü biçilmiş, buna uygun olarak Kuran kursları yaygınlaştırılarak, İmam Hatip okulları eğitim birliğini delen, dini eğitim veren bir yapı olarak güçlendirilerek, İslam düşüncesini dünya görüşü olarak sahiplenen kadrolar oluşturulmuştur. Bunun sonucunda da dinin kutsallığını kullanarak siyaset yapmak yaygınlaşmış, siyasi otoritenin buyruklarını, bu kutsallık içinde yerine getiren, düşünen insan sayısı çoğalmıştır. Bu laiklik ilkesinin doğrudan altını oyan bir gelişmedir. Hatta imam nikahının meşruiyetinin sağlanması anlamında, bu nikah sonucunda doğan çocukların miras hakkı medeni kanuna eklenmiştir. Seksenli yılların sonlarında ve doksanlı yıllarda, Cuma günleri “şeriat isteriz” diye gösteri yapan gruplar, son yıllarda nedense azalmıştır. İran’da Humeyni’nin başa geçmesini bekleyen mollalar gibi Amerika’daki Hocaefendi’nin Türkiye’ye gelmesini bekleyenler ise artmıştır.
Atatürk’ün bilime, Türk tarihine, diline ve kültürüne verdiği önem sonucunda Türk dil ve tarih kurumları kurulur, Türk milliyetçi düşüncesinden hareketle Türk kültürünün Osmanlı öncesi araştırılır, Türkçe’den Arapça, Farsça unsurlar ayıklanmaya başlanır. Bu konuda insanlar arası iletişimin temeli olan dilin çağrışım alanının daralmaya başladığını, hatta sadece Türkçe kökenli kelime kullanma zorlamasıyla dilde ırkçılığa varan bir eğilimin önüne de bizzat bu hareketi başlatan Atatürk çıkmıştır. Güneş Dil Teorisi ve Güneş Tarih Teorisi diyebileceğimiz, uygarlığın Türk kökenli halklardan çıktığı tezi aslında bir imparatorluğun yıkıntıları arasından filizlenmiş, temeli milliyetçiliğe dayalı devletin asli unsuru olan milletine, kendine güven aşılama çabasından başka bir şey değildir.
Ayrıca Tanzimat döneminde başlatılan ve yine bir avuç Cumhuriyet aydını tarafından sürdürülen dilde sadeleşme hareketiyle bugün kullandığımız Türkçe kelimelerin büyük bir bölümü türetilmiş ve genel dilin kullanımına sokulmuş olur. Eski Türk Dil Kurumu’nun başkanlığını yapmış olan Ömer Asım Aksoy’un deyişiyle bu alanda % 90 başarıya ulaşılmıştır.
Kılık kıyafet kanunu, alfabe değişikliği, ölçü ve mesafe değişikliği, medeni kanunun yürürlüğe girmesi de yine bu Batılılaşma programının birer parçasıdırlar. Bunlar Batı medeniyetini bir parçasıyla almaya çalışan Tanzimat ve Meşrutiyet aydınlarından ciddi bir şekilde ayrılıştır. Atatürk’ün yaşadığı dönemde başlayıp daha sonra da devam eden Türk Hümanizması hareketinde ise girdiğimiz yeni medeniyet dairesinin kökenlerini oluşturan Yunan ve Latin kültürünü almamız gerektiği ileri sürülmüş; Eski Yunan mit ve destanlarıyla Anadolu efsaneleri harmanlanmaya çalışılmıştır.
Milli devlet, milli kültür, milli dil, milli tarih oluşturma anlayışı bir ara milli din tekliflerinin önerilmesine de yol açmıştır. Daha çok yaratıcıya inanç, ahlak kuralları, ibadet yöntemleri üzerinde yoğunlaşan bir milli din modeli de bir Türk Tarih Kongresinde sunulmuştur. Fakat İslamiyet’in Türk toplumu üzerindeki ağırlığı böyle bir teklifi sonuçsuz bırakmıştır.
Milli ekonomi anlayışı ise İttihat ve Terakki iktidarı döneminde milli müteşebbislerin oluşturulması politikalarıyla başlasa da asıl Cumhuriyet döneminde Devletçilik ilkesiyle ifade edilen bir karma ekonomi modelini doğurmuştur. Osmanlı döneminden kalan ekonomik faaliyet, dar bir tarım üretimine, küçük imalathane düzeyindeki zenaata dayanıyordu. Sermaye birikimi ise yok denecek kadar azdı. Atatürk’ün direktifiyle hazırlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1933-1937) ile devlet eliyle sanayi, ulaşım yatırımları yapılmış; kredi kullandırılarak Türk burjuvasının yaratılması amaçlanmıştır.
Bugün ise Anadolu’da tarımsal üretim, devlet sübvansiyonlarının kesilmesiyle gerilemiş, Amerikan tütününün, mısırının, şekerinin, Avrupa peynirinin ithal edilmesini kolaylaştıran kanunlarla adeta yok edilmeye çalışılmıştır. Kamu İktisadi Teşebbüsleri, kâr etmiyor gerekçesiyle, en çok kâr getirenleri özenle seçilip yabancı ortakları olan özel sektöre satılmıştır. Bunların bir kısmı ise yurt dışındaki işletmelerin rakibi olmaması için yurt içindeki üretimine son vermek gibi milli ekonomiye zarar veren sonuçlara yol açmıştır. Hele yatırımları artırır düşüncesiyle Türkiye’de şube açmaları kolaylaştırılan yabancı bankalar, hem Türk yatırımcılarına fazla kredi vermemiş hem de kriz dönemlerinde yurt içindeki dövizleri yurt dışına çıkararak krizin derinleşmesine sebep olmuşlardır.[6]
Atatürk’e göre milli ekonomi anlayışı, tam bağımsızlığın da güvencesidir. Atatürk döneminde dış sermaye hiç denebilecek düzeyde kullanıldığı, kendi kıt sermayesiyle Batı’dan kredi talebi olmadan milli ekonomisini oluşturduğu, buna bağlı olarak dünya siyasetinde Batı ülkelerinin dayatmalarını kabul etmediği için bağımsızlıklarını ilan etmeye çalışan ve eden, üçüncü dünya ülkeleri tarafından da bir model olarak alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu ülkeler açısından saygınlığı, Amerikan politikalarına uygun davranmaya başladığı 1950’li yıllara kadar sürmüştür. Günümüzde ise Büyük Ortadoğu Projesi’nin ortağı olmak gibi bir konu, siyasi iktidar tarafından bir başarı gibi sunulmaya çalışılmakta, Amerika’nın Ortadoğu petrollerini ele geçirme amaçlı işgal politikasına destek olunmaktadır.
Atatürk dönemindeki tam bağımsızlıkçı çizgiyle günümüzün siyasi iktidarlarının Amerikancı çizgisi arasında dağlar kadar fark vardır. Bunu yaratan ise, hepimizin de bildiği üzere, özellikle son yirmi yılda gittikçe artan dış borçlanmadır. Ekonomik Bir Tetikçinin İtirafları’nda bu borçlanma ve dış politikada bağlanma süreci gayet açık bir şekilde anlatılmaktadır.
Atatürk’ten sonra geliştirilmesi beklenen devrimler, pekiştirilmesi gereken ilkelere dönüştürülmüştür. Bu da devletin hegemonyacı gücüyle sağlandığı için de ikna eden değil kabul ettiren bir yönetimi ortaya çıkarmıştır. Jakoben Kemalistler tarafından devrimlerin tabana yayılması için bu zorlamanın gerektiği üzerinde durulmuştur. Aslında bu durum, katı devlet anlayışını savunan asker, sivil bürokratların, Osmanlı’dan beri gelen devlet yönetme anlayışından kaynaklanmıştır.
Atatürk inanmış bir Jakoben, rasyonel bir devlet adamıdır. Bu özellikler başka Osmanlı bürokratlarında da vardı. Atatürk’ün kendisinden önce ve sonra gelen devlet adamlarından, asker-sivil bürokratlardan farkı, Toktamış Ateş’in deyişiyle, “üstün örgütleyiciliğinde, ikna yeteneğinde ve deha düzeyindeki sezgisindedir.”[7]
Atatürk’ün bu lider özellikleri kendisinden sonra gelen ordu mensupları tarafından da örnek alınmış, hatta Harp Okullarından kendisini Atatürk misyonuyla donatmış subaylar mezun olmuştur. Fakat bu durum, devletin kurucusu olan Atatürk’ün bir asker olması sebebiyle devletin koruyucusu, hatta sahibi olan bir ordu mantalitesini de doğurmuştur. Ordu, devletimizin ve milletimizin varlığının teminatıdır. Ama on yılda bir tekrarlanan darbelerle, Atatürk’ün ordu ve siyasetin ayrılması ilkesi bizzat askerler tarafından da ihlal edilmiştir. Aslında bu durumun en büyük sorumlusu da sivillerdir, siyasetçilerdir. Proje üretme konusunda maalesef yeterli olamayan siyasetçiler, adeta ortamı derleyip toparlaması için orduyu göreve çağırmışlardır. Fakat artık ordunun asli görevine, yani ülke savunmasına dönmesi, demokrasimiz açısından elzemdir. Onlara yüklenen bu siyasi görevleri bizler, yani siviller, akademisyen, memur, işçi, çiftçi, tüccar, basın mensubu, siyasetçi olarak yerine getirmeliyiz. 
Sevgili öğrenciler, gençler!... Büyükşehir ortamında yaşayan, çağdaş, ilerici, demokrat bir kadro tarafından yönetilen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okuyan sizler, yaşadığınız ortamdaki kazanımların farkında olmayabilirsiniz. Skolastik din düşüncesiyle, monarşik veya otoriter bir yapıyla yönetilen çevremizdeki ülkelere bakarak, bunu çok rahat anlayabilirsiniz. Bu ortamın oluşması Atatürk’ün medeniyetçi, pozitivist, akılcı, bilime önem veren düşüncesi sayesindedir. Bu mirası geliştirmek için bilim, sanat, kültür alanında çağın gereklerine uygun üretimimizi sürdürmeli, yaşam standartımızı yükseltmeye çalışmalıyız. Atatürk’e ancak bu şekilde layık olabiliriz. Çünkü bizler onun temellerini kurduğu bu düşünce ikliminde yetiştik, bu sebeple onun düşünsel çocuklarıyız.
Türkiye Cumhuriyeti devletimizin kurucusu, aydınlanmacı, özgürlükçü, akılcı bu büyük devlet adamının anısı önünde saygıyla eğiliyoruz…
 
 
Doç. Dr. Muharrem Kaya
 
10 Kasım 2009 MSGSÜ Oditoryumu, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Töreni konuşması.


[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, yay. haz. Abdullah Uçman, YKY, İstanbul, 2006, s. 387-388, 223-226.
[2] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yay., İstanbul, t.y., s. 174-179.
[3] Erich Jan Zürcher, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, İletişim Yay., İstanbul, 2001, s. 46-47.
[4] Zürcher, a.g.m., s. 46.
[5] Zürcher, a.g.m., s. 48-50.
[6] Cansel Oskay, Yeşim Kubar, “Türk Bankacılık Sektörüne Yabancı Sermaye Girişleri Üzerine Bir Değerlendirme” Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 1,
[7] Toktamış Ateş,”Kemalizm ve Özgünlüğü”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, İletişim Yay., İstanbul, 2001, s. 318-319.
 
439104 ziyaretçiburayı ziyaret etti
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol